top of page

Arama Sonuçları

"" için 149 öge bulundu

  • GAZETE KAĞIDI

    O kadar çevre dostu ve tasarruflu bir toplumuz ki gazeteleri okuduktan sonra çöpe atmıyoruz. Bu cümlenin devamında geri dönüşüm yaptığımızdan bahsedeceğimi sanmış olabilirsiniz ancak ne yazık ki bizim gazetelerle yaptığımız tek geri dönüşüm onları birer hijyenik ped saklayıcısı olarak kullanmak. Tabi ki bu yolda gazetelerin bir de iş arkadaşları, siyah bakkal poşetleri var. Onlar da ped alırken mutlaka hediye edilen ürünler arasında. Bakkal amcalarımız o kadar düşünceli ki toplumdaki bir bireyin bile regl olduğumuzu düşünmesine izin vermiyorlar. Yüreklerimiz regl kanının toplumu kötü etkileyebileceğini düşünecek kadar düşünceli, beynimiz ise masum regl kanını üstünde onlarca kadın cinayeti haberi olan gazetelerle, gizlemeye çalışacak kadar ufak. Oysa regl kanı kimseyi o haberler kadar kötü etkilemiyor. İçinden vahşet, silah, şiddet, taciz eksik olmayan dizilerin arasında mavi sıvılı ped reklamı yapılıyor çünkü regl kanını görmek toplum ahlakını bozuyor. Toplum onlarca kadın cinayeti haberini tek tuşa basarak geçtiği gibi, sokakta taciz edilen genç kızları kafasını çevirip görmezden geldiği gibi rahat karşılayamıyor regl kanını. Peki toplumun korkulu rüyası, gazete ve siyah bakkal poşetiyle gizlenmeye çalışılan regl nedir? Regl ergenlik döneminden başlayarak menopoz dönemine kadar her ay düzenli olarak gerçekleşen vajinal kanamadır. Regl döneminin süresi ve kanamanın yoğunluğu kişiden kişiye göre farklılık gösterebilir. Ortalama 28 günde bir kez gerçekleşen Regl döneminde Rahim kendini yenileyerek gebeliğe hazırlanır, gebeliğin oluşmadığı durumlarda ise rahmin içinde bulunan dokunun bir kısmı dökülür ve vajinal yoldan dışarı atılır. Aylık döngüler halinde devam eden bu sistemin regl, adet, menstrüasyon gibi birçok ismi vardır. Toplum regl demeyi tercih etmez çünkü regl kirli bir sözcüktür, toplum içinde regl derseniz büyü yapmış, ölümcül bir suç işlemiş sayılırsınız. Öyle ki sırf regl dememek için kadınlar arasında birçok tuhaf isimlendirmeler oluşmuştur: Ay başı, çarşambayı sel aldı, halam geldi gibi söylemler bunlardan sadece bazılarıdır. Peki toplumumuz regl demekten neden bu kadar çekinmektedir? Neden regli utanılacak bir şey gibi görüp gazete kağıdıyla gizlemeye çalışmaktadır ? Aslında tüm bu sorunların altında cehalet yatmakta. Toplumda özellikle erkek bireyler reglin ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini, regl durumunda neler yapılması gerektiğini bilmiyor ve toplumun kalan kişilerinden tepki alacağını düşünerek bu konuyu araştırmıyor. Zaten kadının olduğu regl sayesinde dünyaya geldiğini öğrenen bir kişi nasıl regli utanılacak bir şey olarak görebilir ki? Geçmişe oranla günümüzde sosyal medyanın ve dijitalleşmenin de getirdiği yenilikle toplumdaki bireyler bu konuda daha bilgili ancak bu bilgi seviyesi hala yeterli değil. Toplumda regl olduğu için kendinden utanan kendini erkeklerden aşağıda gören bir kız çocuğu dahi kaldığı sürece de yeterli olmayacaktır. Toplumumuzda regl bilincinin olmamasının en büyük sebebi de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanamamasıdır. Erkek çocuğu ergenliğe girdiğinde gururlanan babaların kız çocuğunun ergenliğe girdiğinden haberinin bile olmamasıdır. Bu algıdan kurtulmanın tek yolu da ebeveynlere ve öğrencilere verilecek olan eğitimdir. Bizler okullarda yaptığımız regl konferanslarına sadece kız öğrencileri almaya devam ettiğimiz sürece erkek bireyler bu konuda bilgi sahibi olamayacak ve bilmediği için de reglin doğal bir şey olduğunu kabullenemeyecektir. Verdiğimiz eğitimleri sadece öğrenciler ve küçük yaş grubu ile sınırlı tutmamalı ebeveynlere, yüksek mertebedeki kişilere ve devlet büyüklerine de toplumsal cinsiyet eşitliği ve regl konusunda eğitim vermeliyiz. Zira TDK’nin “kirli” sözcüğünün anlamını “ay başı durumundaki kadın” olarak kabul etmesi eğitimsizlikten başka bir şeyle açıklanamaz. Bu eğitimler bu konuda uzman kişiler tarafından toplumdaki Kadın erkek her bireye verilmeli ve bu eğitimi veren kişiler sadece kadınlardan değil erkeklerden de seçilmeli ki toplumdaki erkek bireyler bu konuda erkeklerin de bilinçli olması gerektiğini anlamalı. Verilen eğitimler sadece bir kereye mahsus olarak yapılmamalı belirli dönem aralıklarıyla tekrarlanmalı ve toplumda saygı gören kişiler tarafından topluma empoze edilmeli. Topluma regl hakkında detaylı bilgi vermedikçe ve bunu toplumda normalleştirmedikçe yapılan hiçbir kampanya beklenen sonucu getirmeyecektir ve dünyada binlerce kişi regl olduğu için eğitiminden ve hayatından uzak kalacak, kendinden utanmaya devam edecektir. Toplumda regli konuşulmaması gereken bir tabu olarak gören tek bir birey bile bilinçsiz nesillere sebep olabilmektedir ve o bilinçsiz nesiller de gazetenin üstündeki hiç masum olmayan, kabul edilemez haberlere tepki göstermek yerine gazeteye sarılmayan pedlere tepki göstermeye devam edeceklerdir. Bu yüzden bizler hem kendimiz hem dünyadaki her bir kız çocuğu hem de regl olan her bir birey için sonuna kadar mücadele edeceğiz ve toplumsal cinsiyet eşitliği ile birlikte regli normalleştirene kadar durmadan devam edeceğiz. Reglden değil, kadın cinayetlerinden utanın.

  • Seçimlerimizin Etkilendiği Seçimler ve Olasılıklar Karmaşası! Oyun Teorisini Anlamak

    Oyun denildiğinde aklımıza çoğunlukla gündelik hayattaki oyunlar (futbol, dama, satranç, sudoku vs.) gelir. Kimin aklına gelir ki birçok alanda "oyun"un karşımıza geleceği? İşte oyun teorisi nedir ve seçimlerimizi nasıl etkilemektedir ondan bahsedeceğim. Oyun teorisi, ortaya çıktığı zamanlarda bir bireyin kazancının diğer bireyin zararına olduğu durumları çözümlemek için geliştirilse bile sonradan çeşitli bazı durumları çözümlemek için de kullanılmıştır. Şimdi birkaç basit anlaşılır "kurmaca" örnekle oyun teorisini pekiştirelim: MAHKUM İKİLEMİ Diyelim ki iki suçlu var bunlara sırayla X kişisi ve Y kişisi diyelim. Polis X ve Y'yi yakaladı fakat ikisinin de aleyhinde yeterli kanıt bulunamadı. Polis şansını bir kez de sorguda denemek istedi ve X ile Y'yi çapraz sorguya aldı. X ve Y birbiriyle iletişime geçemiyor. Polis suçluyu yakalamak için ikisine de bir teklif sunar. Bu teklife göre suçu birlikte işlediklerini itiraf eden kişi 30 yıl yerine 8 yıl yatacaktır. Eğer ikisi de itiraf ederse 15 yıl yatacaklardır. Başka bir yol da ikisinin de inkar etmesidir. İkisi de sessiz kalıp inkar ederlerse ikisi de ceza almadan çıkacaktır. Böyle bir durumda kişilerin ne yapmaları gerekmektedir? Bunu bir çapraz tablo çizerek gösterelim X ve Y böyle bir durumda seçimini yaparken kişisel çıkarlarındansa ortak çıkar düşünmelidir. Herhangi birisinin hapisten kurtulmak için inkar edeceği durumda karşı taraf itiraf ederse inkar eden taraf en ağır cezayı alacaktır. Bu mantıkla X kişisi mantıklı olanı yapıp itiraf ederse kendini bir nebze de olsa ağır bir cezadan kurtarmış olacaktır. ASIL GÜÇLÜ KİMDİR? Yıllar yıllar önce gerçekleşen bir savaşta 3 ülkenin ordusu büyük bir ovada karşı karşıya gelmiştir. O zamanların savaş etiğine göre çatışmalar iki farklı ordu arasında gerçekleşmekte ve ordular birbirine sırayla saldırmaktadır(Saldıran taraf başarılı olduğu durumda savaşı kazanır.). Sırayla A, B ve C ordularının güçleri şu şekildedir. A Ordusu: Zamanının en güçlü devletidir. Saldırdığı her orduyu yerle bir etmektedir. B Ordusu: A ordusu kadar güçlü olmasa da dönemin en güçlülerin biridir %80 oranında saldırıları sonuç vermektedir. C Ordusu: Zamanının ordu olarak en güçsüz devletlerinden biridir. %30 oranında saldırıları sonuç vermektedir. Üç ülkenin hükümdarları bir araya gelerek savaşın nasıl gerçekleşmesi gerektiğini planlarlar ve bunun adil olacağını düşünerek güçsüzden güçlüye doğru saldırı sırasının ilerlemesine karar verirler. Böyle bir durumda C ordusu hükümdarı ne yapmalıdır? İlk seçenek: B ordusuna saldırır ve B ordusunu yok ederse sıra A ordusuna geçecektir ve A ordusu C ordusunu yerle bir edecektir. İkinci seçenek: A ordusuna saldırır ve öldürmeyi başarırsa B ordusunu karşısına alacak ve yüksek ihtimal yok olacaktır. Eğer A ordusunu öldüremezse B ordusu, A ordusunu hedef alacaktır ve yüksek ihtimalle(%80) yerle bir edecektir. Böyle bir durumda C ordusunun hükümdarı çıkış yolu arar acaba çıkış yolu var mıdır? Dahi kumandan iki ordudan birisine pasif yani kazanamayacağı bir saldırı yapacak. Tabiri caizse sırasını pas geçecektir. Sıra B ordusuna geldiği zaman son şansını deneyip A ordusuna saldıracaktır. Başarılı olursa son atış şansı C ordusunda olacaktır. Eğer başarılı olamazsa da A ordusu B ordusunu yerle bir edecek ve sıra yine C ordusunda olacaktır. Pasif kaldığı durumda diğer durumlara kıyasla şansı çok daha yüksek olacaktır. Bu durumdan neler çıkarılır? Aslında güçlü gibi gözüken tarafların gücünün olduğundan daha az olduğunu ve bu yüzden de en güçsüz tarafın bile bazı şanslarının olduğunu görebiliriz. Şimdi son örneğimize geçelim: Fiyat Problemi Varsayalım ki "Pul" ve "Zarf" adında iki posta şirketi var. Pul bu alanda çok iyi çalışan ve neredeyse tekel bir kurum. Zarf ise yeni kurulmuş güzel işler başarmak isteyen bir şirket. Pul şirketindeki üst düzey bir yönetici Zarf şirketinin piyasaya girme olasılığının olduğu haberini alıyor ve fiyatların düşürülmesi teklifini sunuyor. Fiyatlar düşürülerek Zarf şirketinin piyasadan alacağı payı önleyebilir. Esnek bir şirket olan Pul şirketi kampanyanın bitmesini bekleyebilir. Pul şirketi bunun gibi toplamda oluşabilecek 4 olasılığı iyiden kötüye doğru numaralandırıp yazma kararı alır: 1) Fiyat düşürmeden Zarf şirketinin piyasaya girmediği durum 2) Fiyat düşürerek Zarf şirketinin piyasaya girmediği durum 3) Fiyat düşürmeden Zarf şirketinin piyasaya girdiği durum 4) Fiyat düşürerek Zarf şirketinin piyasaya girdiği durum. Aynı yöntemi Zarf şirketi de uygular: 1) Rakip şirket fiyat düşürmedi ve Zarf pazara girdi. 2) Rakip şirket fiyat düşürdü ve Zarf pazara girmedi. 3) Rakip şirket fiyat düşürmedi ve Zarf pazara girmedi. 4) Rakip şirket fiyat düşürdü ve Zarf pazara girdi. Pul şirketinin yönetim kurulu gerçekleşen olaylardan sonra mantıklı olanı seçmeye çalışır: Eğer Pul şirketi fiyat düşürürse Zarf pazara girmeyecektir çünkü Zarf şirketinin seçeceği 2.seçenek 4.seçenekten daha mantıklıdır. Eğer Pul şirketi fiyat düşürmezse Zarf piyasaya girecektir böyle bir durumda Pul 3. , Zarf ise 1. seçeneği tercih etmiş olacaktır. Ortadadır ki Pul şirketinin fiyat düşürmesi Zarf'ı engellemek amacıyladır. Pul şirketi fiyat düşürürse Zarf şirketi 2 ve 4. seçenekler arasından 2. seçeneğii seçecektir bu da Pul şirketinin 2. seçeneğinin gerçekleşeceği anlamına gelir. Özetleyecek olursak: Pul şirketi fiyat düşürmediği takdirde inisiyatifi Zarf şirketine verecektir. Pul şirketi fiyat düşürmek zorundadır. Oyun Teorisi hakkındaki yazımı David Ruelle'nin Rastlantı ve Kaos isimli kitabından şu alıntıyla bitirmek istiyorum: "Günlük hayatta patronunuz, sevgiliniz ya da ülkenizi yönetenlerin sizi yönlendirmeye çalıştığını sık sık görürsünüz. Size önerdikleri oyun, seçeneklerden birinin kesinlikle daha parlak göründüğü bir seçimdir. Bu seçenekte karar kıldığınız zaman karşınıza yeni bir oyun çıkar ve böylelikle kısa bir süre sonra akılcı seçimlerinizin sizi aslında hiçbir zaman istememiş olduğunuz bir yere getirdiğini görür ve tuzağa düştüğünüzü anlarsınız. Bu noktaya gelmemek için yapacağınız şey arada bir beklenmedik biçimde davranmaktır. En çekici görünen seçeneklerden uzak durduğunuz zaman kaybettiğiniz şeylerin karşılığında daha özgür olabilirsiniz. Doğal olarak hedefiniz sadece beklenmedik biçimde davranmak değil, bunu belli bir olasılık stratejisine uygun olarak yapmaktır." Esinlendiğim bazı kaynaklar: http://www.olaganustukanitlar.com/stratejik-dusuncenin-temel-prensibi-ileriyi-gorebilmek-icin-geriye-bakmak/ https://tr.wikipedia.org/wiki/Oyun_teorisi http://www.olaganustukanitlar.com/kucuk-balik-olmanin-stratejik-avantajlari/

  • SAVAŞIN ÇEVREMİZE ETKİSİ

    Sonunda beklenen oldu. 24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Ukrayna'ya işgali başladı. Hala devam etmekte olan savaş, insanların toplu ölümleriyle yeterince can sıkmaya devam ederken çevreye olan zararı da gün geçtikçe artıyor, vicdanlarımızı yaralıyor. Mart 2019 tarihinde başlayan Covid salgını ve kullanılması gereken maske, eldiven gibi tıbbi gerekliliklerin, insanlığın duyarsızlığından dolayı çevreye atılması, bize plastik atık konusunda ne kadar hassas olmamız gerektiğini hatırlattı. Ama tabii ki bizim asıl konumuz savaş… Ve çevreye etkisi açıkçası kuşaklar boyunca bizi etkileyecek. Bu etkiyi 3 başlık altında inceleyeceğiz: 1. Savaş Hazırlığının Çevreye Etkisi Savaşa hazırlık için silah depolarına, cephane depolarına ve askeri amaçlı havalimanına ihtiyaç vardır. Bu yüzden geniş araziler kullanılır. Askeri tatbikatlar, füze ve yeni askeri üstler oluşturulması gerekir. Tatbikatlarda kullanılan füzeler, kimyasal maddeler, barutlar, toprağa ve bitkilere zarar vermektedir. Ekosistemi büyük ölçüde yok etmektedir. Bu aşamada en fazla ormanlar zarar görmektedir. Silah üretimi sırasında ortaya çıkan toksik atıklar halk sağlığını ve çevreyi tahrip eder. 2. Savaşın Etkisi Hazırlık aşamasında denenmiş olan bombalar bu sefer savaş için kullanılır ve patlamalarıyla beraber uranyum yayılır. Uranyum radyoaktiftir ve dolayısıyla zehirlidir. Patlamayı bir kenara koyun, aynı zamanda doğayı ve canlıları zehirler. Lojistik olarak var olan sanayi tesisleri, silah depoları vurulur ki amaç; savaşan ülkenin ekonomik olarak da ayakta kalamamasıdır. 1. Dünya Savaşı'nda Almanya 1 milyon hardal gazı taşıyan gemiyi batırdı ve gemiden sızan gaz önümüzdeki 400 yıl boyunca bu bölgedeki su kaynaklarını zehirlemeye devam edecek. Bombardıman sırasında sanayi tesislerinden yayılan kimyasal maddeler de buna eklenir. Örneğin; 1. Körfez Savaşı'nda milyonlarca varil petrol Basra Körfezi'ne yayılmış, denizler ve dolayısıyla okyanuslar, bu petrolün dağılması neticesinde ileri derecede etkilenmiş, deniz canlıları ve bitkiler yok olmuştur. Bir başka konu da savaş devam ederken insanların göç etmesidir. Göç neticesinde de devletler ekonomik ve sosyal olarak yıkıma uğrar. Eğer göç edilen yer ekonomik açıdan zayıf ise daha fazla kaynak kullanımı görülür. Etnografik yapı bozulur. 3. Savaş Sonrası Devam Eden Çevresel Etkiler Bombardıman sonrası yok olan tabiatın yeniden yeşermesi yüzyılları bulur. Yeraltı ve yerüstü kaynakları, tarım arazileri kimyasal etkilerin sonucunda kullanılamayacak hale gelir. Bu kaynakların kaybı ise büyük göç dalgalarına neden olur. Aşırı nüfus yüklemesi olan ülkeler de daha fazla kaynak kullanmaya başlar, doğal kaynaklar sömürülür. ABD tarafından Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar etkilerini hala devam ettiriyor. Dünyamız halihazırda kontrolsüz nüfus artışı neticesinde; artan araç kullanımı, tarım arazilerinin ve ormanların barınmak için inşaat yapımına ayrılması, ormanların yok edilmesi, günümüz konusu olan zeytinliklerin kamulaştırılması ve nükleer santral dolayısıyla ısınma ve elektrik üretimi için kullanılacak olması, bizi acil önlem alınması konusunda harekete geçmeye zorluyor. Artık mevsimleri bile tam yaşayamıyoruz. Bunların hepsi belirli savaş yasaları olmadan, ülkelerin hırsla yakıp yıkma, sonuçlarını ve yeni gelen nesilleri düşünmeden hareket etmesi neticesinde oluyor. Bireysel olarak çevresel tedbir almak ne kadar önemliyse ( çöpleri ayrıştırmak, plastik tüketimini azaltmak, kullandığımız yağları; yağ konteynerlarına atmak, elektrikli araba kullanmak vs.) savaş için kurallar ve ağır yaptırımlar koymak da bir bu kadar önemlidir. Dünyada her zaman savaş olacaktır, insanoğlu doyumsuz kaynaklara sahip olabilmek için (son dönem su savaşları) sınırlarının dışına çıkmak isteyecektir. Bu yaşananlar ışığında bizi ciddi gıda krizleri beklemektedir. Açlık ile sınanmaya doğru gidiyoruz. Bireysel olarak başlayalım, kendi karbon ayak izimizi en aza indirelim. Çocuklarımıza ve yeni gelecek nesillere daha temiz ve yaşanabilecek bir dünya bırakalım. İnanın zor değil! ‘Biz doğayı korudukça o da bizi korur.’ Mustafa Kemal Atatürk

  • A Letter To a Dear Friend

    Hi, my friend, What's the word? It's been months since I moved to the Bahamas silently. If you ask me, everything is way too complicated. Let me tell you about it. The Bahamas is a heaven on earth with its breathtaking landscapes and generous ocean. I moved here because of my new job. Well, money is good here. I wonder why people are leaving this beautiful place tho... They say it's because of poor working conditions and a high rate of emigration. Definitely agreed! So you were going to make me pick between my country and the Bahamas right? My country, Turkey, is where I would prefer to live. I know I said this place is pretty. Nevertheless, everything changed a little. Nowadays, the ocean has reached a new peak altitude. I'm afraid it can flood my freshly bought home. Not even mentioning the plastic sheet that overlaps the beauty of the blue. You will obtain plastic bottles whenever you start fishing. Bon Appetite! If you are to visit me, bring a suitable charger with you. Because if your phone dies, you will miss the chance of taking photos of colorful sunsets. And I just know we would be watching the city from a cliff 24/7. But we cannot do that anymore. Carbon dioxide gas that is choking the city can poison us! There have been a few cases in the capital, unfortunately… I know the Bahamas is unlike what you expected it to be. You can warn the people who harm nature too. However, will it be as efficient as shutting down chemical factories? We receive toxic barrels from the beach every day which poison the fish, the ocean, the island, and us. We need the oceanic feeling again. We need to change the regime completely. We need a savior, we need a leader of a new regime. I know I wrote too much again. Well, let me let you go. So you can have your time to book a flight and see me in real life. But don't forget to bring fresh water with you as our river has died. Whatever, see you! Yours truly, Arif Emre Özden

  • Polisiyenin Kraliçesi Agatha Christie ve Roman Yazım Teknikleri

    Yakın tarihte adını polisiye roman alanında sık sık duyduğumuz Agatha Christie, birçok dizide de bahsedilmiş ve oldukça gündemde olan bir yazar haline gelmiştir. Bu yazımda sizleri Agatha Christie ve polisiye romanlar hakkında bilgilendireceğim. Polisiye Roman Nasıl Yazılır? Bir polisiye roman yazılırken iki temel bölüm vardır. Bu bölümleri “The Topology of Dedective Fiction“ adlı makalesinde Tzveten Todorov şöyle özetler: Birincisi suçun işlenişinin ve işleniş sürecinin anlatıldığı bölüm, ikincisi ise soruşturma hikayesi. Christie’nin kitaplarını bu çerçevede incelersek birinci bölümün yani suçun işlenişinin ve işleniş sürecinin anlatıldığı bölümün kitabın son kısmında çok kısa şekilde verildiğini görürüz. Kitabın büyük çoğunluğunu ise ikinci bölüm yani soruşturma hikayesi oluşturur. Böylece son sayfalara kadar katilin kim olduğu, cinayetin neden işlendiği, şüpheliler ile maktul arasındaki ilişki ağı tam olarak öğrenilemediğinden okuyucuya heyecan ve merak duyguları son raddede yaşatılır. Agatha Christie'nin Kitaplarındaki Ana Karakterler Yazarımız, birkaç kitabı dışında hep belli başlı ana karakterler kullanmıştır. Hercule Poirot da bunlardan en bilinenidir. Christie’nin birçok kitabında betimlediği üzere Poirot; kısa boylu, sert bıyıklara sahip, genelde şapka takan, düzenli ve titiz bir belçikalıdır. Poirot’nun adı 33 romanda ve 54 kısa öyküde geçmektedir. Hatta Poirot o kadar sevilir ki 1975’te öldüğünde The New York Times gazetesinde tam sayfa bir ölüm metni yayınlanır. Bu o zamana kadar ilk kez bir kurgu karakter için yapılmakla beraber Poirot’nun ne kadar sevildiğinin ve benimsendiğinin de en büyük göstergesidir. Agatha Christie'nin Romanlarındaki Cinayet Çözüm Metodları Bunun ardından polisiye romanlardaki en önemli hususlardan olan cinayetin çözüm metodunun Agatha Christie kitaplarında nasıl olduğundan bahsedeceğim. Genelde polisiye romanlarda gizemler somut deliller çerçevesinde çözülür. Hatta bunun için ileri teknolojik metodlar kullanılır. Ancak Agatha Christie romanlarında cinayet, psikolojik analizler sonucu çözülür. Derin karakter analizlerine, neden sonuç ilişkilerine ve ruhsal çözümlemelere oldukça yer verilir. Bir şüphelinin işlenen cinayetten nasıl bir kazancı olabileceği veya neden bu cinayeti işlemiş olabileceği gibi sorulara çözümler aranır. Bu da kitapları oldukça düşündürücü ve sorgulayıcı bir noktaya getirir. Son olarak Agatha Christie dedektiflik romanlarını, oyunlarını ve anılarını kendi adıyla yayınlamıştır ancak yazdığı 6 tane aşk romanını Mary Westmacott adıyla yayınlamıştır. Polisiye roman yazarlığı kariyeri ile aşk romanı yazarlığı kariyerinin birbirinden ayrı tutmak adına bunu yapmıştır Mary ikinci adı, Westmacott ise bir yakınının soyadıdır. Bu gerçek 20 yıl gizli kalmış, 20 yılın sonunda bir köşe yazarı tarafından ortaya çıkarılmıştır. “Polisiyenin Kraliçesi” olarak anılan ve herkes tarafından sevilen yazarımız 12 Ocak 1976 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. Ölümü çok büyük ses getirmekle beraber öldüğünde Londra’nın Batı yakasındaki tüm tiyatrolar 1 saat boyunca ışıklarını kapatmışlardır. Günümüzde hala en çok okunan yazarlardan olan Agatha Christie yazdığı tüm eserlerle günümüze bir ışık olmuş çok kıymetli bir isimdir.

  • Interview with Actress and Model Abiba Bakayoko

    We had a pleasant interview with actress and model Abiba Bakayoko. Hi, Abiba! Can you tell us a little bit about yourself? -Hola! :) My Name is Abiba, I‘m 28 years old, and I live in Berlin. My Dad is Ivorian and my Mom is German. I‘m a model and actress. I started modeling when I was 18 years old. Why did you choose this profession? What job would you do if you weren't a model? -I was approached on the street by a Russian designer while I was with my mom. She asked if I wanted to model for her clothing brand and that’s how my modeling career started. But of course, I finished school before that, and while I was modeling I started studying tourism and event management because of my parents. They always told me to do something serious in life too. I think if I wasn’t a model I would do something about wild animals such as lions or elephants. I've always wanted to work as a volunteer in South Africa. Do you feel under pressure to be beautiful or thin? -In the model business, it’s all about how you look. So when I started modeling I was under pressure to be thin and lose more weight. My first agency would only sign me if I lost some weight. So I did it. But I‘m not under pressure anymore. To be honest, I want to gain some weight now. I feel too skinny. It's more beautiful when a woman has curves. It looks so healthy and beautiful. The tattoo on your left arm is very striking, can you share its meaning? -My tattoo on my left arm is a dreamcatcher. It protects me from bad dreams. Is there any brand or fashion designer you want to work with during your modeling period? -Is there any designer I've always dreamed of working with? Well to be honest, not really. There are so many designers in the world. I've never thought about it. I think it’s because I‘m not a passionate model. Yes, it’s fun and interesting but it was never a dream for me. I was always more into acting but I could never focus on it that much. That’s why I‘m starting to focus on my acting career now and if you ask me if there is any director I would want to work with... Then it would definitely be Quentin Tarantino. :) Do you have any beauty tips? -My beauty tips are... First of all, being happy on the inside, having a positive mindset. You can be as beautiful as you want. But if you are not happy in general, and if you are always being negative, it affects the outside. Try to be as happy as you can. So now I'll be talking about the cosmetic part. Always take care of your body, skin, and hair. I‘m using some masks for my face about two times a week. I use them for the glow and against the pores. Try to eat healthily. I‘m not the best at eating healthy and I know it's not easy but your body will thank you later. So don’t eat too much sugar. It makes you addicted. The more you eat, the more you want and it doesn’t keep you full for long. What do you do in your spare time? -In my spare time, I stay at home and watch some movies while eating in bed or I go out with my friends. I have a nice dinner or travel with them. What are your next goals? -My next goal is trying to reach anything I want in life. That’s what I‘m working for every day. I‘m a career woman but I want to get married one day. I also want to have my own little family if the right man comes. Everyone has a turning point, what's yours? -Can you explain what you mean by "turning point"? When I say "turning point", it's an event that makes you who you are now. So there may be an event that teaches you an important lesson. -My biggest life lesson is to put yourself first. Love yourself at least as much as you would love anybody else. I used to love someone more than life, even more than myself and now I know that’s wrong because I neglected myself. I focused too much on someone else’s well-being that I completely forgot my own happiness just because I loved that person. Love is not enough. Respect is more important. So there was this one person I loved more than myself, that I put over everything and anyone that I completely forgot about my goals and what makes me happy. This has put me in a deep depression. I never want to experience it again. My self-esteem was very low. But as painful as this experience was, I am happy that this happened. Every bad thing has a lesson to teach. So my lesson is: you got to love yourself the most. You got to treat yourself like someone you love. Because you are worth every good thing in this world. You are precious and you deserve the world. This is what I‘m telling myself every day. Through this experience, I am what and who I am now and I think I‘m a great person with so much love and I am worth every good thing in life. What advice would you give to your fans or those who want to do the same job as you? -My advice to those who want to do the same job is: always keep going. It is hard and the competition is huge. But nobody can be you and that is your power. You don’t have to be like others, just be yourself. This business is so superficial. So if you ever experience any setbacks, don’t take it personally and don’t lose yourself. Always take care of yourself and always be on time!

  • Nene Hatun

    O sadece bir hatun değildi, o sadece bir insanda değildi o Türk milletinin direniş ve mücadele duygusunu içinde barındıran bir Türk kadınıydı. O iki oğlunu yetiştirip 1. Dünya Savaşı'nda şehit vermiş bir anneydi. 1857 de Erzurum'da doğmuştu Nene Hatun, Aziziye savunması (Erzurum muharebesi) sırasında henüz 20 yaşındaydı. Rusların Pasinleri işgal etmesi üzerine o da orada yaşayan birçok kişi gibi ölüm korkusu ile Erzurum'a taşınmak zorunda kalmıştı. Rusların Deveboynu savaşından sonra Erzurum'un işgalin eşiğine gelmesi sonucunda Erzurum'da halkın örgütlenmesine katkı sağlayan kişiydi o, bizzat savaşın içinde olup katkıları ile Rusları durduran kişi yine oydu. 1952 yılında 30 Ağustos Zaferi kutlamalarında kendisine "3. ordunun Nenesi" unvanı verildi ve Türkiye'de ilk defa Anneler Günü kutlamaları olan 1955 yılında birlik kendisine "Yılın Annesi" unvanını verdi. Bir savaş kahramanı olmasına rağmen 6 adet çocuğu olan (ikisi o sene şehit olarak hayatını kaybetmiş) Nene Hatun geçim sıkıntıları çekiyordu. Çektiği bu sıkıntılardan dolayı 1943 yılında 90 yaşındayken çekim sıkıntıları ve açlık yaşayan Nene Hatun Nâme Hanımla birlikte dönemin cumhurbaşkanına bir dilekçe yazarak yardım istemiştir: Reisi Cumhurumuz Milli Şef İsmet İnönü'nün Yüksek Huzuruna: Dileğimizdir: Bizler 293 Osmanlı-Rus Harbinin Erzurum civarındaki Aziziye Tabyasında vuku bulan meşhur savaşın kahramanlarıyız. O tarihi günde Türk kahramanlık ve hamasetinin sembolü olan bizler, bu çok eski düşmanımızı vatanın harimi ismetinden sökerek atmış ve göklere kadar çıkan zafer destanını yaratmıştık. Bu ulu güne layık derecede kıymet ve ehemmiyet verildiği halde maalesef biz canlı timsallerine gereken kadirşinaslık gösterilmiyor. Aziziye Zaferi tarihin pek az kaydettiği bir mucizedir. Bu güzel Erzurum'u müstekreh düşmanın mülevves çizmesiyle çiğnenmesinden kurtarmış ve ahlafa ebedi bir yadigâr bırakmıştır. Bu ölmez zaferin yadigarı bizler her birerimiz doksanar, yüzer yaşındayız. Hiçbir sığınacak yerimiz ve tutunacak hiçbir desteğimiz yoktur. Belediyeden ayda 4 lira maaştan başka hiçbir şey görmüyoruz. Geçen sene birer meccani elemek veriyorlardı, bu sene o ekmeğimizi de kestiler. Şimdi aç ve muhtaç bir vaziyetteyiz ve dileniyoruz da. Bizlere icaben nakdi ve fiili yardımın yapılarak bu çetin ve acıklı vaziyetten kurtarılmaklığımızı yüksek ve derin saygılarımızla diler ve arz ederiz. Ellerini Öpen Amerikalı General 1952 yılında Erzurum'da yapılan askeri manevralar sırasında bölgeye gelen NATO Kuvvetleri Başkumandanı Ridgway, Nene Hatun’u ziyaret ederek elini öpmüş ve yeni bir savaş olduğunda katılıp katılmayacağını sormuştu. Ölüme bir nefes kadar yakın olduğu her halinden anlaşılan 95 yaşındaki Nene Hatun "Tabi ki de gider ve milletimi savunurum." cevabını vermişti. O yaşında, ölüme o kadar yakınken bile vatan ve millet aşkını asla yitirmeyen Nene Hatun ve onun gibileri bize öğretmişti Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu. Nene Hatun, zatürre teşhisiyle tedavi gördüğü Erzurum Numune Hastanesi’nde 22 Mayıs 1955 günü 98 yaşında hayatını kaybetmesi sonucunda cenazesi Aziziye Şehitliğine gömüldü. Hayatı boyunca hiçbir askeri eğitim almamış olan; tabyaya balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak koşan Erzurum halkı ve Nene Hatun bize koşullar ne kadar imkansız gözükse bile istemek ve çok çabalamanın her kapıyı açıp zafere ulaştırdığını bir kez daha kanıtlamış oldu. Nene Hatun'un bu henüz 20 yaşında bir gelin iken yaptığı başarılı ve zafere götüren işler günümüzdeki Türk kadınlarına da Atatürk'ün dediği gibi "muhtaç oldukları kuvvetin damarlarındaki asil kanda" olduğunu ispatlayarak günümüzde dahi herkesin örnek alması gerektiği önemli bir kişilik olarak tarihe ve hafızalara kazınmıştır.

  • Prejudice Against Therapy

    Therapy is a treatment intended to improve and relieve one’s mental state of well-being by psychological means. It has been existing for a very long time, and by most of society, therapy is viewed as something to be ashamed of, or just not needed. Society’s bad views on therapy have affected millions of people, causing them to think it’s a horrible thing, and never seek help for what might be important feelings that shouldn’t be ignored. This has recently been improving as therapy gets more common every day, but still, it is not perfect by any means. But why does therapy have so much stigma? What led people to think of it in such ways? First, we have the individuals who reside misconceptions regarding therapy. They might think that therapy is something only for people with disorders who they view as ‘crazy’ or ‘psychopathic’. They usually find it weird or uneasy. Going to therapy might also seem like not being able to deal with your problems on your own to some people. This is mostly caused by false presentation in media, shows, movies, and books; and it is a completely stereotypical view. The other group of people is the ones who don’t understand how the process works. They might be thinking that therapists can’t be trusted to keep your secrets or respect your privacy, or they think talking to a stranger won’t make a difference and they can’t fix your problems. Some people are over-identifying, and interpreting the whole idea of therapy as an implication that they themselves are weak, needy, sad, paranoid, or whatever it is they imagine. It comes down to never actually experiencing and therefore not understanding therapy. So when people say they’re against therapy, they’re against their own image of what it is, not actually what it is. It’s meant to be a safe place for anyone who wants to grow as a person, resolve untouched feelings from their past, or just seek guidance with day-to-day problems. It could be anything you’d like it to be. Therapists are ethically bound to maintain privacy and they don’t exist to fix your problems. They are simply a guide or a counselor in your growth that is entirely personal, and there’s nothing to be embarrassed about seeking help. It’s even quite brave, accepting that a guide might help you and seeking personal growth is a huge step in actually becoming the person you want to be. (Kapak resmi: Stephanie Deangelis)

  • Farklı İnsanlarız Farklı Lisanımız

    Farklı coğrafyalar, habitatlar, ortamlar; insanların da farklı olmasını sağlar. Yani doğa bize bunu yapıyor. Nedeni ne olursa olsun kimse suçlu değildir. Sonuçta insan çeşit çeşit yer damar damar. Bunun sonucunda da hepimizin ağzı birbirinden değişik sesleri daha kolayca çıkarmıştır. Birbirimize hangi mamutun daha tehlikeli olduğunu, hangi mantarın zehirli olduğunu hatta Aristo’nun deyimiyle hangi “düşünebilen ‘hayvan’ topluluğunun” savaş hazırlığında olduğunu anlatmak için; pek çok bilgiyi sevdiklerimize aktarmak için bir “araç” gerekti. Bu da yöresel halkın diline seslendirirken hoş çıkan seslerin önce harfleri, sonra kelimeleri, en son da cümleleri oluşturmasıyla çözüldü. Ağzımız buna araç oldu. Şimdi konunun ciddiyetini ve kökenini anlatmak için bir hikaye anlatacağım. Hem de bizim, Türklerin pek de bilinmeyen antik mitolojisinden… Zamanında ulu tanrı, insanları yarattı. Tabi kural koymayı da unutmadı, bizim ne olduğumuz ortada. İnsanoğlu da ele avuca sığmadı, ne kural varsa çiğnedi. Bunun sonucunda da cezalarını çektiler. Tanrı o gün Dünya’ya dev bir sel indirdi, sonu olmayan. İçlerinden de belli bir kurtarıcı seçti ki o da bu felaketi daha önceden insanlara haber edecekti. Etti etmesine de, tek kurtuluş yolları dağa çıkmaktı. Kasap et derdinde koyun can derdinde, çıkarken fark edemedikleri tek şey artık birbirlerini anlamıyor oluşlarıydı. Yüce güç her birine ayrı bir lisan bahşetti, bu da onların, dağın tepesinde tıkılı kalan yabancılar olmalarına sebep oldu. Aynı burdan anlayabileceğimiz üzere aslında birbirleri ile anlaşabiliyor olsalardı cillop gibi tekneleriyle sular çekilince yeni toprakları keşfedebileceklerdi. Ama olmadı, oksijen yeteri kadar gelmedi ve tahtalı köyü boyladılar. Diğer taraftan ise modern çevreyi ele almalıyız tabi ki. Şu an pek yaygın bir şekilde sınırların ötesinden birbirimize online tercüme siteleri sayesinde “Hello, merhaba, privet” diyebiliyoruz. Ve bana göre gayet de kolay ve hayat kurtarıcı. Mevlana gibi “Ne olursan ol yine gel!” dermiş gibi her ırktan, milletten insanla zorlanmadan konuşabiliyoruz. Bu yüzden bazıları “Ne gerek var tek bir dile canım, herkes kendininkini konuşsun!” diyebilir. Şunu da unutmamalıyız ki önder Atatürk dilin bir milleti millet yapan en önemli unsurlardan biri olduğunu söylemiştir. Peki neden bunu söylemiştir? Çünkü bir düşünün, eğer hepimiz tek bir dile, diyelim ki “İngilizceye” ihtiyaç duysaydık bu dil kısa bir süre içinde her yerde akıcı bir şekilde konuşulmaz mıydı? Cevaplarınızı duyar gibiyim, evet. İnsanoğlu olarak tek bir dile ihtiyacımız olsaydı, her milletin kendine özgü hatta birden çok dili olmazdı. Özellikle ilk örnekte, O’nun insanlar için dilleri birbirinden ayırıp tek tek dağıttığını görüyoruz. Bunun da bir sebebi olmaz olur mu hiç? Bazen karşımıza dillerden kaynaklanan sıkıntılar çıksa da çeşitli çeviri seçeneklerimiz oldukça bu sorunlar da azalacaktır. Son olarak ise teknenin yapımını insanlığa benzetebiliriz, hepimiz aynı taş yığınındayız ve farklı dilleri konuşuyoruz. Mitolojimizdeki örneğe ne kadar benziyor değil mi? Dağın etrafındaki seli de uzayın karanlık akışkanına benzetebiliriz bence, içinde yüzdüğümüzden dolayı. Farklı dilleri konuşuyor olabiliriz ama henüz bundan dolayı boğulan tek bir kişi bile bulamazsınız.

  • MORALİMİZ BOZUKKEN NİÇİN ACIKLI MÜZİKLER DİNLEMEYİ SEVERİZ?

    Her tür müziğin, şarkının belli bir ritmi ve insanda bıraktığı bir duygusal tesir vardır değil mi? Hareketli bir şarkı dinlerken hissettiğimiz duygularla acıklı bir şarkı dinlerkenki duygularımız tabi ki birbirinden farklı. Ama bu noktada fark etmemiz gereken bir şey var: İnsanlar genellikle moralleri bozukken neşeli ve hareketli nağmelere katlanamazlar. Aynı durum tam tersi için de geçerlidir. Arabayla giderken sevindirici bir haber aldığınızı düşünün. Dünyalar sizin olmuş ve sanki bir daha hiç üzülmeyecek gibi hissediyorsunuz. Doğal olarak dinlediğiniz müzik türünün size keyif veren cinsten olmasını istersiniz. Ya da çok sevdiğiniz birinden ayrıldığınızı hayal edin. Belki de bütün boş vaktinizi hüzünlü nağmeler dinleyerek geçireceksiniz. O gün neşeli şarkılar dinleyip enerjinizi yükseltmek gibi bir şans varken yine de gidip hüzünlü nağmeler dinlemeyi seçersiniz. Peki bunu niçin yapıyoruz? Niçin kendimizi bile isteye çukura sürüklüyoruz? İşte cevabı: “Kederli olduğunuzda, kederli nota dizilerini dinlerseniz, o besteyi yapan kişinin sizin durumunuzu anlayabilecek birisi olduğunu hisseder ve onunla bir şekilde ‘iletişim’ kurarsınız. Buna ihtiyacımız vardır zira kederimizi en iyi azaltan şey, bir başkası ile duygudaşlık kurarak bu hisleri paylaşmak ve bulabilirsek sorunumuza birlikte bir çözüm bulmaktır. İşte müzik tercihlerimizi bile bu denli etkileyen güdülerimiz, sosyalliğe ayarlanmış beyin devrelerimizin günlük hayatta bize yaşattığı sayısız deneyimden sadece bir tanesidir.”* Özetle anlamamız gereken şudur ki ruh halimize göre yaptığımız müzik seçimlerimiz bile evrimsel ve doğuştan insana kodlanmış “sosyalleşme” ve “iletişim” ihtiyaçlarından geliyor. İnsanoğlu anlamak, anlaşılmak, sevmek, sevilmek ve iletişim kurmak istiyor.Müzik seçimimizi bile bu tip genetiksel diyebileceğimiz özellikler belirliyorken gerçekten “özgür irade” denen kavramdan bahsedebilir miyiz? O da başka bir yazının konusu. *Sinan Canan,İnsanın Fabrika Ayarları II İlişkiler ve Stres,Nefes Yayıncılık,İstanbul,2020.

  • Özgür İrade

    Özgür irade; kişinin eylemlerini, arz , niyet ve amaçlarına göre kontrol altında tutabilme ve belirleme gücüdür. Bu konuya dini açıdan bakmaya çalışırsak eğer semavi dinlerde, tanrı her şeyi bilir ve kadiri mutlaktır. Evrende metafizik olarak tanrıdan habersiz bir şey olamaz inancı vardır ve bu demek oluyor ki atacağımız her adımın önceden bilindiğini kabul etmemiz gerekir. Peki, yaptığımız eylemler önceden biliniyorsa ve biz Tanrının çizdiği kaderi yaşamak zorundaysak ödüllendirilmemizin veya cezalandırılmamızın sebebi ne? Neden suçluları yargılayıp onlara ceza kesiyoruz? Dini bir kenara bırakıp olayı incelemeye kalkalım: Determinizmi savunan taraflar vardır. Determinizme göre; her fiziksel olayın nedeni olan başka bir fiziksel olayın varlığını düşünür ve bu nedensellik zincirini evrenin başlangıcına kadar takip edersek, kendimizin aslında dev bir mekanizmanın bir dişlisi olarak görebiliriz. Schopenhauer'in "İnsan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez" sözünden de yola çıkabiliriz. Mesela rahat yasamak için çalışmak lazımdır, sınavı kazanmak için ders çalışmak... Burada bir şeyler bize isteklerimiz dışında dayatılıyor. İrademiz çevremize ve yetiştirilme şeklimize göre şekillenir, neye alıştıysak irademiz bizi o yöne iter. Bir şey satın alırken bile bu satın alma eylemini kendi isteğimiz ile yapsak da satın almak istediğimiz şey, çevreden bize geçen bir dürtüdür. Çoğu zaman bize insanın hayvandan farkı olarak özgür irade sahibi olduğu söyleniyor fakat tek fark, biz isteğimiz dışında olan olaylar karşısında bize sunulan seçeneklerden birini seçme konusunda karar sahibiyiz. Harari'nin "Hayatımızda çevremiz hep duvarlarla kaplı, bu duvarları aşabilmek için çaba gösterip aştığımızda, özgür olduğumuzu düşünüyoruz... ama aslında daha geniş bir bahçeye sahip daha geniş duvarlı daha büyük bir alana çıkıyoruz, alan genişliyor gibi gözüküyor ama çevresi hep duvarlarla kaplı." düşüncesi de özgür irademizin kısıtlı olduğunu kanıtlayabilecek nitelikte. Ancak %100 bu tezleri savunarak pek bir şey kazandığımız söylenemez çünkü bu durumda determinizme göre yine işlerin ilerleyeceğini kabul etmiş olacağımızdan çabalamaktan vazgeçeriz ve şu an bile bu sorunun cevabını aramamızda, çaba sarf etmemizde bir amaç kalmaz. Sonuçta er ya da geç cevap bulunacak demektir. Yüzyıllar geçse de bu sorunun cevabını kesin olarak bulabilmek pek mümkün değildir. Bu yüzden bizi mutlu eden ya da üzen olaylar eğer irademiz dışında gerçekleşiyorsa bunlara odaklanmalıyız. Bize düşen, olacak değil oldurulacak olanın bir parçası olup olmamayı seçmek.

  • Hayko Cepkin: Dans Et

    Selam. Bugün sana "Dans Et" isimli muazzam şarkıdan, ayrıca yazarı ve bestecisi olan Hayko Cepkin'den bahsedeceğim. Hayko, 1978'de Ermeni kökenli Yozgatlı bir ailede doğdu. Müzik alanında eğitimlerini tamamladıktan sonra kariyerine "Sakin Olmam Lazım" albümü ile iyi bir giriş yapmış oldu. Daha çok Brutal yapmasıyla ve "acayip" dış görünüşüyle tanınıyor fakat kendisinin çok duygusal, sevgi dolu bir tarafı da var. Şimdi de sana, onun bu duygusal yönünü ön plana çıkaran “Dans Et” şarkısından bahsedeceğim. 2019 yılında “Kabul Olur” parçasıyla birlikte çıkan şarkının sözleri şu şekilde: Kim olduğumu Ne olduğumu Bilip görmeden sevdin Bir şansım olsa Neler dilerdim Mutlu edebilmek için Hep yanımda ol O bile şans Yalnız kalmam çok zor Belki tükettim Gençliğini Çok özür dilerim pardon Gördüğünüz Mapus bedenim Prangam sadece beynim Hayat sahnesi Dram da olsa Bu kez söz güleceğim Dans et Benimle dans et Tut şu elimden Kurtar dertlerimden Dans et Benimle dans et Kimse etmezken Sen tut şu elimden (x2) Kimse etmezken Mamo Bu sözlerin anlamı için iki farklı varsayımım var: Engelli bir çocuğun, ona anneliğin yanı sıra babalık da yapan annesine söylemek istediklerini anlatıyor. İlk dinlediğimde fark edememiştim fakat tekrar dinleyince aslında çok açık bir şekilde yazıldığını anladım ve tüylerimin diken diken olmasına engel olamadım. Örneğin "Gördüğünüz mapus bedenim. Prangam sadece beynim." kısmında çocukla alakalı yerlere, "Belki tükettim gençliğini" bölümünde veya sonunda “mamo” demesinde anneye yazıldığına dair ipuçlarına rastlıyoruz. Çocuğun içinde hem tarif edilemez bir minnet hem de özür duygusu var. Bu duygu, şarkıda da oldukça güzel işlenmiş. Hayko henüz küçük bir çocukken dış görünüşü nedeniyle kimse onunla dans etmek istemiyormuş. Düşünsene, bir çocuğun dışlanması, hem de dış görünüşü sebebiyle... Ne kadar üzücü değil mi? Her neyse, annesi de oğlunun yalnızlığına dayanamayıp onunla kendisi dans etmiş. Belki de çoğu zaman konserlerinde bu parçayı söylemeyi reddetmesinin, söyleyince ise duygulanıp gözyaşlarına hakim olamamasının sebebi budur. Amacım sana bildiklerimi aktarabilmekti, umarım başarabilmişimdir. Hoşça kal.

Copyright ©2022 Accio Liberum. Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page