Farklı coğrafyalar, habitatlar, ortamlar; insanların da farklı olmasını sağlar. Yani doğa bize bunu yapıyor. Nedeni ne olursa olsun kimse suçlu değildir. Sonuçta insan çeşit çeşit yer damar damar. Bunun sonucunda da hepimizin ağzı birbirinden değişik sesleri daha kolayca çıkarmıştır. Birbirimize hangi mamutun daha tehlikeli olduğunu, hangi mantarın zehirli olduğunu hatta Aristo’nun deyimiyle hangi “düşünebilen ‘hayvan’ topluluğunun” savaş hazırlığında olduğunu anlatmak için; pek çok bilgiyi sevdiklerimize aktarmak için bir “araç” gerekti. Bu da yöresel halkın diline seslendirirken hoş çıkan seslerin önce harfleri, sonra kelimeleri, en son da cümleleri oluşturmasıyla çözüldü. Ağzımız buna araç oldu.
Şimdi konunun ciddiyetini ve kökenini anlatmak için bir hikaye anlatacağım. Hem de bizim, Türklerin pek de bilinmeyen antik mitolojisinden… Zamanında ulu tanrı, insanları yarattı. Tabi kural koymayı da unutmadı, bizim ne olduğumuz ortada. İnsanoğlu da ele avuca sığmadı, ne kural varsa çiğnedi. Bunun sonucunda da cezalarını çektiler. Tanrı o gün Dünya’ya dev bir sel indirdi, sonu olmayan. İçlerinden de belli bir kurtarıcı seçti ki o da bu felaketi daha önceden insanlara haber edecekti. Etti etmesine de, tek kurtuluş yolları dağa çıkmaktı. Kasap et derdinde koyun can derdinde, çıkarken fark edemedikleri tek şey artık birbirlerini anlamıyor oluşlarıydı. Yüce güç her birine ayrı bir lisan bahşetti, bu da onların, dağın tepesinde tıkılı kalan yabancılar olmalarına sebep oldu. Aynı burdan anlayabileceğimiz üzere aslında birbirleri ile anlaşabiliyor olsalardı cillop gibi tekneleriyle sular çekilince yeni toprakları keşfedebileceklerdi. Ama olmadı, oksijen yeteri kadar gelmedi ve tahtalı köyü boyladılar.
Diğer taraftan ise modern çevreyi ele almalıyız tabi ki. Şu an pek yaygın bir şekilde sınırların ötesinden birbirimize online tercüme siteleri sayesinde “Hello, merhaba, privet” diyebiliyoruz. Ve bana göre gayet de kolay ve hayat kurtarıcı. Mevlana gibi “Ne olursan ol yine gel!” dermiş gibi her ırktan, milletten insanla zorlanmadan konuşabiliyoruz. Bu yüzden bazıları “Ne gerek var tek bir dile canım, herkes kendininkini konuşsun!” diyebilir. Şunu da unutmamalıyız ki önder Atatürk dilin bir milleti millet yapan en önemli unsurlardan biri olduğunu söylemiştir. Peki neden bunu söylemiştir? Çünkü bir düşünün, eğer hepimiz tek bir dile, diyelim ki “İngilizceye” ihtiyaç duysaydık bu dil kısa bir süre içinde her yerde akıcı bir şekilde konuşulmaz mıydı?
Cevaplarınızı duyar gibiyim, evet. İnsanoğlu olarak tek bir dile ihtiyacımız olsaydı, her milletin kendine özgü hatta birden çok dili olmazdı. Özellikle ilk örnekte, O’nun insanlar için dilleri birbirinden ayırıp tek tek dağıttığını görüyoruz. Bunun da bir sebebi olmaz olur mu hiç? Bazen karşımıza dillerden kaynaklanan sıkıntılar çıksa da çeşitli çeviri seçeneklerimiz oldukça bu sorunlar da azalacaktır. Son olarak ise teknenin yapımını insanlığa benzetebiliriz, hepimiz aynı taş yığınındayız ve farklı dilleri konuşuyoruz. Mitolojimizdeki örneğe ne kadar benziyor değil mi? Dağın etrafındaki seli de uzayın karanlık akışkanına benzetebiliriz bence, içinde yüzdüğümüzden dolayı. Farklı dilleri konuşuyor olabiliriz ama henüz bundan dolayı boğulan tek bir kişi bile bulamazsınız.
Comments