top of page

Arama Sonuçları

"" için 149 öge bulundu

  • Kierkegaard'ın Din Felsefesi Üzerine

    Tam adıyla Soren Aabye Kierkegaard, 5 Mayıs 1813 tarihinde, Danimarka’da doğdu. Babasının etkisiyle küçüklüğünden beri din eğitimi almıştır. Katı bir Hristiyanlık atmosferi içerisinde büyüyen Kierkegaard, zaman geçtikçe etrafındaki din adamlarını veya bu dine mensup olan kişileri beğenmemeye başladı. Adeta onlardan tiksiniyordu ve çatışmaktan da geri durmuyordu çünkü hali hazırda dinin kendisi yozlaşmıştı. Yeniliğe ihtiyaç duyulduğunu düşünüyordu. Doğrulttuğumuz merceği büyütmek içinse İbrahim ve oğlu İshak’ın İncil’deki hikayesine genel hatlarıyla bakabiliriz. İbrahim’in yaşı ilerlemiş olmasına rağmen çocuk sahibi olamıyordu. Tanrı’ya yalvardı ve bu yalvarmaların sonucu olarak Tanrı ona İshak’ı verdi. Ancak sonrasında, Tanrı, İbrahim’in kendisine olan bağlılığını ölçmek amacıyla oğlu İshak’ı kurban etmesini istedi. Hikayenin devamında Tanrı, İbrahim’e oğlunu nerede kurban edeceğini de söyledi. İbrahim, ateşi kurdu, İshak’ı bağladı ve tam onu boğazlayacağı sırada Meleklerden biri “Oğluna dokunma. Tanrı’ya olan sevgi ve bağlılığının farkına vardık.” dedi. Sonuç olarak İshak kurban edilmedi ve Tanrı İbrahim’in kurban etmesi için ona gökten bir kuzu indirdi. Kierkegaard, çocukken öğrendiği bu kıssayı elbette ki o zamanlarda sorgulamadı. Yaş aldığı sürede, konu üzerine tekrar düşündü ve İbrahim’in İshak’ı öldürme isteğinin rasyonellikle açıklanamayacağını, imanın tanımının da tam olarak burada anlamını bulduğunu ifade etmektedir. Kierkegaard’a göre “ıstırap” imanın açıklayıcısı olma niteliğini taşır. Anlatılan kıssada da yoğunlaşmamız gereken asıl konu, İbrahim’in çektiği acıdır ve onu yücelten asıl şey halk tarafından gücünün nasıl övüldüğü değil, sahip olduğu paradoks ve bu duygulardır. Aynısı Meryem için de geçerliydi. Aynı hikaye üzerinde din adamlarıyla tartışmasının nedeni, olayı anlattıklarında kelimeleri yanlış seçmeleridir. Ayrıca ona göre üstünde durulan konu kesinlikle İbrahim’in oğlunu kurban etmenin eşiğinde olması olmamalıdır. O sırada yoldan geçen ve bu vaazı dinleyen bir adam oğlunu Tanrı’ya bağışlamaya kalkarsa onun için ne gökten bir kuzu inecektir ne de kendisi İbrahim kadar sevap alacaktır. Kierkegaard, yüksek öğrenime henüz geçtiği sıralarda birçok kitap yazdı. Kitaplarının konularında genellikle insanların çok üstün gördüğü (para kazanmak örnek olarak verilebilir.) uğraşları alaycı bir tutumla eleştiriyordu. Açık açık varoluşçu olduğunu beyan ettiğinden felsefenin bu kolunun babası olarak kabul edilir. Kendisinden sonra gelecek Nietzsche ve Jean Paul Sartre’ye de ön ayak olmuştur. Benimsediği felsefe, onun dini yorumlama şekline de etki etmiştir. Kendisine göre birey, kendi varoluşunun dışında beslenen bir imana sahipse bu, onun varoluşunu görmesini engeller. Yorumu ise her bireyde farklılık göstereceğinden karmaşıklığın sebebi oluverir. Çünkü din, yapısı itibariyle topluma hitap etme eğilimindedir.

  • The Historical, Social, and Legal Sides of Abortion in Turkey

    The thought of writing this article has been buzzing in my mind for quite some time. However, I believed that I would be unable to address all of the anguish, sorrow, and torment that women all over the world have endured. I still feel like it's a really large issue for me to talk about, and for certain portions, I'll have to rely on my own interpretation. In this article, I'll primarily focus on the history of abortion in Turkey, particularly between the years 1923 and 1983, from Turkey's founding until the legalization of abortion in the tenth week of pregnancy. Between the years 1923 and 1965 Abortion was regarded as a sin among Turkish women and the wider public in a way that harkened back to Ottoman times. Furthermore, because it was wartime, it was difficult for women to access abortions. The Turkish War of Independence ended on July 24, 1923, with the Turkish people gaining independence and the establishment of Turkey. However, due to the Turkish War of Independence and World War I, Turkey's population has declined significantly. As a result, the Turkish government has implemented population-increasing programs such as awarding money (which may be considered a very good amount of money at the time) or medals to women who have had six or more children. In addition, women were never allowed to have an abortion under any circumstances. Abortion was considered a crime. At the same time, I learned that women seeking abortions were doing so in non-sterile conditions and in illegal locations. This occasionally led the majority of them to acquire dozens of new issues later on. Between the years 1965 and 1983 A large number of health workers and nurses began to create dozens of new articles to assist women in accessing abortions. They claimed that the population increased dramatically between 1960 and 1965 and that the government should now take steps to control the growing population. A population planning law was adopted in 1965 since the growing population was causing social and economic problems at that time as well. However, abortion was still considered a crime, and women were not able to access abortion. In 1983, the current law was improved with another law that also includes uterine evacuation and sterilization. This law recognized that women could abort the fetus until their tenth week of pregnancy. Current Situation in Turkey Individuals seeking abortions must be legally mature (18 or 18+) under the present scenario. If the individual is under the age of 18, the consent of their legal guardian(s) is also required. If this individual is lawfully married, their partner's approval is also required, along with their own approval; otherwise, the individual's approval is required. If this person is having a life-threatening hemorrhage, an abortion can be performed regardless of age or marital status, at the individual's choice. This is the section of the law that appears to be more friendly. However, in Turkey, social pressure and other obstacles make it complicated for women to comprehend their sexual experiences. Furthermore, research has shown that teaching birth control in high school is insufficient. While it is considered shameful in certain regions of Turkey for young people to understand terms such as condoms, safe sex, sex ed, and birth control pills, young people who fall pregnant because they did not know about them in high school must deal with the consequences. They are compelled to leave their school and then have an abortion. If we look at the research that has been done, it shows that their families aren't that supportive either. After kids leave school, in most situations, they deal with peer pressure. In the majority of situations, the individual who gets pregnant has no idea who impregnated her. If they want to keep the fetus, parents in certain parts of Turkey force them to marry the child's father. While these are not the only issues that Turkish women encounter, women across the world who become pregnant unintentionally confront a variety of challenges. Conclusion Considering the pressure and experiences women encounter, nations should be supportive, and if the individual does not have any major mental disorders that may result in them being unable to utilize their thoughts, the individual who becomes pregnant should have control over their own body's rights. They should not be commanded to by their parents, their partners, or society's norms. They should learn to have safe sex in a safe setting and then use their minds to do whatever they want with their bodies. The future is ours, and so is our body. Citation 1983 Tarihli “Rahim Tahliyesi Ve ... - Baskent.edu.tr. http://tip.baskent.edu.tr/kw/upload/464/dosyalar/cg/sempozyum/ogrsmpzsnm15/15.P14.pdf. Admin. “Kürtaj Hakkında Bilinmesi Gerekenler - Özel i̇lke Hastanesi Bahçelievler, i̇stanbul.” Özel İlke Hastanesi Bahçelievler, İstanbul - Özel İlke Hastanesi Bahçelievler, İstanbul, 7 Dec. 2019, https://www.ilkehastanesi.com.tr/kurtaj-hakkinda-bilinmesi-gerekenler.html. Becerra, Manny. “Photo by Manny Becerra on Unsplash.” Beautiful Free Images & Pictures, 10 Oct. 2021, https://unsplash.com/photos/b_e1YM7Z99A. Black, Deon. “Photo by Deon Black on Unsplash.” Beautiful Free Images & Pictures, 1 Nov. 2020, https://unsplash.com/photos/i_3OcUhr0AI. Coalition, Reproductive Health Supplies. “Photo by Reproductive Health Supplies Coalition on Unsplash.” Beautiful Free Images & Pictures, 11 Dec. 2019, https://unsplash.com/photos/0SvxwtTqhsQ.

  • Halkın Prensesi Diana Spencer Kimdir?

    Diana 1961 yılının 1 Temmuz'unda Sandringham yakınlarında dünyaya geldi. Annesi Frances Roche, babası ise 8. Spencer Kontu John Spencerdı.Kardeşleri ise Lady Sarah McCorquodale, Charles Spencer, Jane Fellowes, Baroness Fellowes, John Shand Kydd ve John Spencerdır. Annesi babası daha küçükken boşanan Diana'nın velayetini babası aldı. İlk eğitimini evde almasının ardından Riddlesworth Hall Okuluna ve daha sonrasında West Heath Okuluna devam etti. 1975 yılında babası İngiliz soylu unvanı Earl Spencer'ı aldıktan sonra kızı Diana'nın adı Lady Diana Spencer oldu.Utangaç bir insan olan Diana'nın müziğe ve dansa büyük bir ilgisi vardı. Aynı zamanda çocukları çok severdi. Bu yüzden Londra'ya taşındığında içinde çocukların bulunduğu işlerde çalıştı. Örnek vermek gerekirse bir anaokulunda asistan olarak görev aldı. Diana 1977 yılında Prens Andrew ve Prens Edward'ın büyük erkek kardeşleri Prens Charles ile tanıştı. Bu Diana'nın kraliyet ailesinden biriyle ilk defa tanışması değildi. Çocukken babası, 2.Elizabeth'e ait Park House adlı yeri kiraladığında Prens Andrew ve Prens Edward ile tanışmış hatta çocukluklarını beraber geçrmişlerdi.Medya, Prens Charles'in İngiliz Kraliyet Ailesinin varisi olmasından dolayı ona ve onun yaşamına büyük ilgi göstermekteydi ve utangaç birisi olan Diana Prens Charles ile görüşmeye başlayınca bir anda kendisini insanların odak noktasında buluverdi. Daha sonrasında ikili 29 Temmuz 1981'de milyonlarca insanın tanık olduğu bir düğünle evlendiler. Düğün birçok medya kuruluşu tarafından "Yüzyılın Düğünü" olarak adlandırıldı. Diana'nın gelinliğinin kuyruğu 7 metre civarındaydı. Üzerinde ise binlerce inci bulunmaktaydı. Ayrıca gelinlikte şans getirmesi için beyaz elmaslarla süslenmiş 18 ayar bir altın nal bulunmaktaydı. Bunun dışında ayakkabıları altı ayda tamamlanmıştı. Ayakkabıların üzerlerinde "C" ve "D" harfleri yazıyordu. 21 Temmuz 1982 yılında Charles ve Diana'nın ilk çocukları Prens William Arthur Philip Louis 15 Eylül 1984 tarihinde ise ikinci çocukları Prens Henry Charles Albert David dünyaya geldi. Diana oğullarının evde kraliyet üyeleriyle eğitim almasını istemediğinden çocuklarını devlet okuluna gönderdi. Elbette ki çocuklar okula giderken medya da onların peşini bırakmıyordu. Ayrıca Diana çocukları için bir dadı tutmamıştı. Çocukların bakımıyla bizzat kendisi ilgileniyordu. Bir keresinde oğlu William için okulda düzenlenen veliler arası koşu yarışmasına katılmış ve birinci olmuştu. Ama bunu yaparak Kraliyet kurallarını çiğnediğinden tepki aldığını tahmin edebilmek zor değildi. Oysaki Diana Kraliyet Ailesinin sorumluklarından çok bunalmıştı. Kendini, HIV virüsü taşıyan bireylere, desteğe ihtiyacı olan çocuklara ve evsizlere yardım etmeye adadı. Hayatı boyunca onlarla konuştu, sarıldı ve dertleşti. Onlara insan olduklarını, önemli bireyler olduklarını ve yalnız olmadıklarını hissettirdi en önemlisi umutlarını inançlarını yeniden kazanmalarını sağladı. Bütün bunlar olurken Diana'nın evliliği yolunda gitmiyordu.Prens Charles eşini bugünkü eşi Camilla Parker Bowles'la aldattı. Diana tüm bu olanlardan dolayı depresyona girdi ve bulimiya ile mücadele etti. Aralık 1992 yılında çiftin ayrıldıklarını duyuran bir bildiri okunarak yayınlandı. 29 Haziran 1994 yılında Prens Charles ulusal televizyonda Diana'nın evlilikleri sırasında sadakatsiz davrandığını ve uygun bir eş olmadığını söyleyen açıklamalar yaptı..Aynı günün gecesinde Diana üç yıl boyunca kraliyete uygun olmadığı düşünüldüğü için dolabında bekleyen siyah elbisesiyle bir etkinliğe katıldı. Bu elbise daha sonra "İntikam Elbisesi" adıyla anıldı. Diana hakkında kötü laflar kullanan Charles'a karşın Diana 1995 yılında katıldığı bir röportajda "Bu evlilikte biz üç kişiydik, yani biraz kalabalıktı" ifadelerini kullandı. Prenses Diana, Prens Charles'la 1996 yılında resmen boşandı. Ayrılığından sonra Diana çocuklarıyla ve kara mayını kalıntıları konusunda insanları bilgilendirmeyle ilgilendi. Mayın yüzünden uzuvlarını kaybeden çocuklarla konuştu ve mayınla kirletilen en tehlikeli bölgelerden biri olan Angola'da 4 gün geçirdi. Geri dönerken etkisiz hale getirilmiş bir mayın kendisine hediye edildi. Diana 1997 yılında Mısırlı film yapımcısı ve iş insanı Dodi Fayed ile çıkmaya başladı. İngiliz basını ise Diana hakkında çılgın manşetler atmaya devam etti. Yine 1997 yılının 31 Ağustos'unda sevgilisi ile Paris'e gittiklerinde ikili magazincilerden kaçmak istedi. Kaçmak isterlerken geçirdikleri trafik kazası yüzünden sevgilisi ve aracın sürücüsü olay yerinde yaşamını kaybetti. Bir itfaiye eri olan Xavier Gourmelon tarafından yaralı bulunan Diana'ya ilk yardımı o yaptı. İtfaiye eri kimliğini sonradan öğrendiği kadına oksijen verdi ve arabadan çıkarttı. O sırada Diana'nın bilinci hala yerindeydi ve adama "Aman Tanrım! Ne oldu?" dedi. Birkaç dakika sonra da kalbi durdu. İtfaiye eri daha sonrasında basına yaptığı açıklamada "Genç kadının kalbi durdu. Masaj yaptım ve tekrar nefes almaya başladı. Genç kadının üzerinde kan yoktu. Doğrusu yaşayacağını düşünmüştüm. Ama şimdi biliyorum ki, her ne kadar dışarıdan bir kan görünmese bile iç organlarında çok ciddi hasar vardı. Bildiğim, ambulansa alındığında yaşıyordu. Fakat sonradan onun hastanede öldüğünü öğrendim."ifadelerini kullandı. Diana'nın cenazesi İngiltere'ye döndü ve 6 gün resmi yas ilan edildi.6 Eylül 1997'de Diana toprağa defnedildi. Düğününü milyonlarca kişinin izlediği bu genç kadının cenazesini ise 2.5 milyar kişi izledi. Sarayın önüne yüzbinlerce not ve çiçek bırakıldı. Prens Harry de "Mommy" yazılı bir notu annesinin tabutuna bıraktı. Hala bazı kişiler tarafından Prenses Diana'nın ölümünün bir suikast olduğu düşünülse de bunu kanıtlayan bir delil bulunamamıştır.

  • Daphne ve Apollo Efsanesi

    Her şey Zeus’un oğlu, sanatların, Güneş’in ve ateşin tanrısı olan Apollo’nun Eros’la alay etmesi ile başlar. Eros, aşkın tanrısıdır ve attığı oklar ile insanları birbirine aşık eder. Apollo, bir dünya ejderhası olan Python'u yeni yenmiştir ve oldukça kibirli bir tavrı vardır. Eros'a ok ve yay gibi silahları büyük tanrılara bırakmasını söyleyerek onunla alay eder. Bunun üzerine küçük düşürülmüş hisseden Eros, Apollo’dan intikam almak için Parnassus Dağı'nın bir kayasına tırmanır ve biri altın uçlu, diğeri kurşun uçlu olan iki ok fırlattır. Oklarından altın olanı Apollo’yu vurarak su perisi Daphne’ye delicesine aşık eder. Kurşundan yapılmış ok ise Daphne’yi vurur. Bu ok, Daphne’nin Apollo’dan tiksinmesine hatta nefret etmesine sebep olur. Apollo'nun kız kardeşi olan Artemis'in öykünücüsü kişiliğinden dolayı Daphne, birçok sevgiliyi geri çevirmiş, bunun yerine kendi başına ormanı keşfetmeyi tercih etmiştir. Bu sebepten Daphne, ısrarla peşinde olan Apollo’yu sürekli reddeder. Daphne’nin babası nehir tanrısı Peneus, evlenmesi ve ona torun vermesini ister. Ancak Daphne babasına onun bekar kalmasına izin vermesi için yalvarır ve sonunda babası ikna olur. Buna rağmen, Apollo durmadan onu takip eder, onunla olmak için yalvarır, ama Daphne onu reddetmeye devam eder. Eros araya girerek Apollo’nun Daphne’yi yakalamasına yardım eder. Daphne, Apollo'nun kendisine ulaşacağını anlayınca babasına yalvararak seslenir: "Yardım et Peneus! Ya beni sarması için yeri yar ya da beni bu tehlikeye sokan formumu değiştir! Bırak şu andan itibaren bu adamdan kurtulayım!" Ve bunun sonucunda Peneus, onun yalvarışını yanıtlar ve Daphne’yi sonsuza dek Apollo’dan kurtarmak için onu bir defne ağacına dönüştürür. “Kol ve bacaklarını ağır bir uyuşukluk sardı; yumuşak göğüsleri ince bir kabukla çevrili, saçları yeşilliklere, kolları dallara dönüşüyor; ayağı, şimdi hızlı, şimdi yavaş köklere yapışıyor...” Daphne'nin dehşeti ve onu yalnız bırakması konusundaki hararetli ısrarına rağmen, Apollo onu sonsuza kadar onurlandırmaya yemin eder. “Her zaman saçlarım sana sahip olacak, lirlerim sana sahip olacak, sadaklarım sana sahip olacak, defne ağacı...” Apollo’nun sembolik defne çelengi buradan gelir, Daphne’yi onurlandırmak için takar. Apollo, ebedi gençlik ve ölümsüzlük güçlerini kullanarak da Daphne'nin yapraklarını sonsuza dek yeşil kılar ve bu nedenle onun ağacının yaprakları çürümez. "Sen de, her zaman yeşilliklerinin sonsuz onurunu giy!"

  • Mutlu Olma Sanatı

    İnsanoğlu tarih boyunca bu dünyadaki yerini sorgulamıştır. Felsefe aracılığıyla gerçekleşen bu arayış, insanın yaşadığı evreni anlamlandırmasına yardımcı olmuş, farkındalığını arttırmıştır. Bu sayede farklı düşünce yapıları ortaya çıkmıştır. Optimizm ve Pesimizm arasındaki çatışma, insanın dünyayı algılayış biçimini en net ortaya koyan ikilemdir. Akıl Çağı'nda Gottfried Von Leibniz önderliğinde Batı filozofları olumlu bir dünya ve hayat düşüncesini öne sürdüler. Leibniz özgün olan ihtimalleri, tüm ihtimallerin dünyasından en iyisinin hayata geçireceğine inanmış ve Théodicée adlı eserinde bu tüm ihtimallerin dünyasının en iyisinin tüm ihtimalleri içerdiğini, sonsuzluk içerisindeki sonlu deneyimlerimizin doğanın mükemmeliyetine karşı çıkamayacağını öne sürmüştür. Ayrıca "Natura non saltum facit der". Yani doğada atlamalar olmaz, her şey süreklilik içindedir ve asla duraksamaz. Çünkü Tanrı her zaman en iyisini seçer ve doğal olarak evren her daim daha iyiye doğru gider. Ancak herkes kendisiyle aynı fikirde değildi. Halihazırda Doğu Mistisizmi ile ilgilenen Schopenhauer dünya hakkında oldukça pesimistik bir inanca sahipti. Ona göre dünya, güzel ve zevkli deneyimler yaşanan bir yer değil, aksine mümkün olan en az zararla geçiştirilmesi gereken bir yerdi. Çünkü mutluluk aslında bir illüzyondur ve kişi ona ulaştığını sandığında çok büyük bir yanılgıya düşer. Çünkü Schopenhauer'e göre mutluluk pozitif, yani somut kavram değildir ve geçicidir. Halbuki acı, pozitif ve gerçektir. Öte yandan acı gerekli bir şeydir ve salt kötü olarak addedilmesi doğru değildir. Çünkü Schopenhauer'e göre acı çekmek insan olmanın doğal bir sonucuydu. Ona göre bitkiler acı çekmezdi fakat hayvanlar acı çekerdi. Çünkü hayvanlar bir merkezi sinir sistemine sahipti ve merkezi siniri sistemi, bilinçli bir varlık olmanın sonucuydu. İnsan en akıllı varlıktır. Doğal olarak en büyük acıyı da ancak o hissedebilir. Dahiler, bu sebeple mutsuzdurlar. Ancak yine de insanın bu dünyada huzura ve dinginliğe ulaşmasının bazı yolları vardır ve filozof bu yolları "Mutlu Olma Sanatı" adlı eserinde inceler. "Mutlu Olma Sanatı" oldukça kısa ve hoş bir çalışma. Ancak bir o kadar da karmaşık. O yüzden önemli gördüğüm noktalardan bahsedeceğim. Eudemonia hayat bilgeliği demektir ve Antik Yunan'da erdemli, ahlaklı ve belirli bir amaç uğruna yaşanmaya layık bir hayat sürmeye dayanan mutluluk öğretisidir. ''Bu kavram herhangi bir insana mutlu yaşamayı öğretebilir'' der filozof. Ancak iki kısıtlama şartıyla: Stoacı anlayış ve Makyavelizm'den uzak durarak. Stoa, feragat ve yoksunluk yoludur ancak sıradan bir insan o yolda kendi mutluluğunu arayamayacak kadar duyusal arzuyla doludur. Öte yandan Makyavelizm sıradan bir insanda bulunamayacak kadar bir kabiliyetli ve kurnaz bir zihin ister. O halde Eudemonia bu iki görüşün arasında bir yerdir. Diğer iki görüş daha kestirme olmasına karşın Eudemonia çok daha makul ve uygulanabilir bir anlayıştır ve "Mutlu Olma Sanatı"nın konusudur. Kıskançlıktan Kaçınmak ''Hiçbir şey kıskançlık kadar uzlaşmasız ve acımasız değildir. Yine de kıskançlık uyandırmak için durmadan çaba harcarız.'' Edinilmiş Karakter Acının Bireyselliği Acılar ve doğal olarak hazlar kişiden kişiye değişiklik gösterir. Zira dışsal etkenlerin kişide oluşturacağı tahribat, tamamen o kişinin içinde bulunduğu bağlama ve kişinin beklentilerine göre değişiklik gösterir. Dışsal nedenler kişinin uzun vadeli ruh halini etkilemez. Örneğin çok mutlu bir olayla karşı karşıya kaldığınızda oldukça sevinirsiniz. Ama bu mutlu olma hali geçicidir. Birkaç gün sonra alıştığınızda bir etkisi kalmaz. Çünkü sizin için artık yeni normal olmuştur. Aynısı olumsuz durumlar için de geçerlidir. Öyleyse kişinin mutluluğu daha çok içseldir. Bunu neşe ile açıklayabiliriz. Zengin insanlar da fakir insanlar da neşeli olabilirler. Öyleyse neşe içkin bu karakterdir ve dışsal etkenlerden etkilenmez. Çünkü neşeli bir insanın her zaman neşeli olmak için sebebi vardır. O da neşeli olmasıdır. Aynı şekilde acı da içseldir. Gerçi çoğu zaman biz acımızın tek bir nedenden dolayı kaynaklandığını görürüz ve üzülürüz. Bu olumsuzluğun ortadan kalkmasıyla en büyük memnuniyetimizi sağlayacağımızı düşünürüz. Ancak bu bir yanılsamadır. Bizim acımızın ve esenliğimizin ölçüsü özneldir. Nitekim başka zaman kendine vücuttaki dağınık sıvıları çeken vesikül neyse kederimizin sebebi olan dış sebep de budur. Vücuttan kalktığında daha önce farklı yerlere dağılmış olan ve varlığımızın özünde bulunan acılar dağılır ve tam anlamıyla huzura eremeyiz. Stoa Eudemonia her ne kadar Stoa'dan farklılık gösterse de bazı kavramları ortaktır. Kişi bir kararı almadan önce enine boyuna düşünmeli ancak sonrasında aldığı karar yüzünden pişmanlığa düşmemelidir. Önüne bakmalıdır. Keşke demek insanı geçmişte bırakır ve andan koparır. Akıl Her şeye boyun eğmek istiyorsan akla boyun eğ. Burada filozof Aydınlanma Çağı ve rasyonalizme dikkat çeker. Sebat Hayatın yaşattığı bütün aksaklıklar karşında sabreden kişi bu yaşadığı olumsuzluğun, yaşayabileceği potansiyel bütün olumsuzlukların yanında çok küçük bir alan kapladığını bilir ve sakin kalır. Hayat Tüm mutluluk ve zevkler negatif, acıysa pozitif nitelikte olduğundan hayat zevk alacak bir şey değil atlatılacak savuşturulacak bir şeydir. Bu yüzden hayatı atlatılmaya bakılmalıdır. Öfke Öfke ve nefreti kelimelerle ve tavırlarla göstermek yararsızdır, gülünçtür, bayağıdır. Öyleyse öfkeyi sadece saldırgan olmayan eylemlerle göstermeli ve cevabı bir nevi sahada vermelidir insan. Öz Kısıtlama Hayatın dertleri bölük pörçüktür. Öyleyse insanların odakları da böyle olmalıdır ki uyum sağlansın. Bütün bu dertler insana genel bir sıkıntı verir. İşte bu sebeptendir ki insan her bir dert ile ayrı ayrı ilgilenmelidir. Düşüncelerin kendilerine ait bir çekmecesi olmalıdır. İnsan bir nevi ''multitasking'' yapmamalıdır. Bunun için öz disiplin dolayısıyla öz kısıtlama gerekir. İnsanın kendini kısıtlaması mecburidir. Aksi takdirde dışarıdan bir kısıtlama gelecektir ve bu kısıtlama kişinin kendisine uygulayacağı kısıtlamadan çok daha sert olur. Bu kısıtlama aynı zamanda düşüncesizdir ve acımasızdır. Oysa öz kısıtlama kişiye özgüdür ve kişinin kontrolü altındadır. Öyleyse kişi özgür olabilmek ve kendi iç disiplinini sağlamak için kendini kısıtlama mecburiyetindedir. Mutsuz Olmamak Çok mutsuz olmamanın en garanti yolu mutlu olmayı dilememektir. Yani insan zevk, mülk, onur, tarzı istekleri sınırlamalıdır. Çünkü mutluluk satın alınabilen ve doğrudan erişilebilen bir şey değildir. Aksine bu arzular insanda daha büyük beklentilere ve doğal olarak daha büyük hayal kırıklıklarına yol açar. Sağlık Mutluluğun 10'da 9'u sağlıktır, der Schopenhauer. Sağlık her şeyin başıdır. Eksikliği çok şiddetli hissedilir. Sağlıklı bir köylü hasta bir kraldan daha mutludur. Çünkü hastalık en büyük sıkıntıdır. İnsan hem fiziksel hem de ruhsal sağlığına dikkat etmeli, yapabildiği ölçüde yürüyüş yapmalıdır. Yaşlılık Yaşlılıkta sevinç yoksunluğuna acımak ve bazı zevklerden mahrum olunduğu için üzüntü duymak bir yanılgıdır. Her türlü zevk görecelidir ve bir ihtiyacı tatmin etmekten, gidermekten ibarettir. İhtiyacın yok olmasıyla zevkin de yok olması, insanın doyduktan sonra yemeğe devam edememesi ya da uykusunu aldığı bir gecenin ardından daha fazla uyuyamaması kadar az acınası bir durumdur. Platon'un da dediği gibi insan, yaşlılıkta cinsel bir arzu duymadığı için artık gerçekleştiremediği cinselliğin eksikliğini çekmez. Çünkü artık rahatlık ve güvenlik ön plandadır.

  • Korku Üstüne

    Duygular, sınırları olmayan bir çizgidir. Bu çizginin bir başlangıcı olabilir, sonu olmaz; silinmiş kısımları olabilir ama izi her zaman kalır. Peki bu çizginin yönünü belirleyen asıl etken nedir? Bu yazımda mutlu ya da mutsuz bir ana, tümüyle hayata yön veren bir duygudan bahsedeceğim. Korku. Hayatımızda temel duygular olarak ayırdığımız iki duygu vardır. Mutluluk ve üzüntü. Peki neden korku bu duyguları bile kontrol edebiliyor? Ya da gerçekten de korku her şeyin kontrol mekanizması olan bir duygu mudur? İnsanlar yaşamları boyunca birçok duyguyu yaşama fırsatı bulur, bu duyguların bazıları doğuştan kazandığımız bir yetenek gibidir. Bazıları ise hayatın başlangıcından itibaren nasıl öğrendiğimizi bile bilmediğimiz yaşayarak öğrendiklerimizdir. Hayatı bir akarsudaki su taneciğine benzetebiliriz. Kaynağından temel duyguları alarak akıntıya kapılan su taneciği, bu engebeli yol boyunca her geçen zaman yeni bir duyguyu kendi içine katar. Bu uzun ve sonsuz yola sadece gülmeyi, ağlamayı bilerek çıkmışken her karşılaştığı engelde yeni duygular edinir. Duyguları öğrenmek; okumak, izlemek değil; yaşamaktır. Her bir duygu hayatın bir parçasıdır. Peki korku duygusu nasıl oluyor da hayatımıza yön veriyor? Öncelikle, korku nedir? Hayatımızda acıyı hissetmemize, ölüme direnmemize sebep olan bu duygu, hayatımızı adeta kontrol ediyor. Aslında korku biz canlıların hayatta kalma içgüdüsünün tetikleyicisidir. Sadece insanlarda değil hayvanlarda da korku duygusunu görebiliriz. Örneğin bir farenin ona doğru yaklaşan bir tilkiden korkmasının nedeni ölüm korkusudur. Yani korku, esasında canlılar için  bir hayatta kalma mücadelesidir. Montaigne'in "Korku Üstüne" adlı denemesinde geçen "En çok korktuğum şeyin korku olması bundandır. Bütün belalardan daha belalı bir yanı vardır korkunun." alıntısı da korku üstüne düşüncelerimi destekliyor ancak bir konuda bu düşünceye katılmıyorum. Hayatta her zaman korkularımız vardır. Fakat bu korkuların bize yaptıracakları konusunda sınırsız olasılıklar olabilir. İşte bu yüzden de hayattaki en korkunç şey korkunun kendisidir. Ölümden daha acımasız olan korku duygusu, insanlara tahmin edemeyecekleri şeyleri yaptırabilir. Ama korkudan korkmak, onu kontrol edilemeyecek bir düzene sokmaya çalışmak ve korkularımızı yok etmeye çalışmak hayatı daha az zorlaştırmayacaktır. Bir insan korkularıyla hayata tutunmalı, o korku ölüm korkusunu doğuracak olsa bile bu korkudan korkmamalı. Çünkü hayat akıntıya kapılmış bir tanecik olarak hangi engelle karşılaşacağını bilemezken bu engele göre yönlendirilebilir. Bizim hayata yön vermemiz demek, korkuları yönlendirmemiz anlamına gelebilir. Korkularınızdan korkmayın ama onları kontrol edin. Bir su taneciği herhangi bir engelle karşılaştığı zaman daha büyük bir engel olan dalgaya kapılabilir. Peki siz, bu su taneciği olarak engelleri aşmayı ve korkularınızı yönlendirmeyi mi, yoksa bir engelle karşılaştığınız zaman var olan korkunuz karşısında yeni bir korku edinmeyi ve dalgaya kapılmayı mı tercih edersiniz?

  • Filofobi nedir? Kimler Filofobik Olmaya Daha Yatkın?

    İnsanların yaşadığı, hissettiği duygulardan belki de en güzeli olan aşk duygusu, aşkın yaşanış biçimine göre insanlarda farklı etkiler yaratabilir. Aşk zihnimizi meşgul eder, güzel hayaller kurmamızı sağlar ya da kendimize zarar vermemize sebep olur. Filmlerde olduğu gibi maalesef her aşk mutlu sonla bitmez ya da daha başlamadan biter. Bazı insanlar ihanet, ayrılık acısı, hayal kırıklığı, güvensizlik, korku vb. gibi durumların ardından kendilerini "aşka artık inanmıyorum" "aşk bir saçmalıktan başka bir şey değil" "bir daha asla aşık olmayacağım" gibi cümleler kurarak aşktan soyutlarlar. Kimileri için bu söz ve düşünceler geçici olsa da kimileri için bir filofobi başlangıcı olabilir. Peki filofobi nedir? Kaygı bozukluğu türlerinden biri olan filofobi aşık olma korkusudur. Araştırmacılar ve uzmanlar filofobinin, kişinin daha önce yaşadığı olumsuz olaylardan dolayı başladığına dair teoriler sunmuşlardır. Bu durum tedavi edilmediği sürece insanlar sadece karşı cinse duydukları sevgi ve aşk duygusundan değil aile ve arkadaşlarından da uzaklaşmasına sebep olur. Kimler filofobik olmaya daha yatkın? Genelde küçük yaşlardan itibaren zorbalığa uğramış, anne babası ayrı olarak yetişmiş ya da çocuklara istediklerini yapmamaları doğrultusunda onları sevmeyeceğini söyleyen, anlık olarak söylenmiş gerçeğe geçmeyen kelimeler bile olsa, ailelerin çocuklarında ileriki yaşlarında filofobi oluşması çok yüksek ihtimaldir. Filofobi tedavisi nasıl olur? Filofobi, ilaç kullanımı ve terapilerle tedavi edilebilecek bir durumdur. Genelde tedavilerde filofobiklere yaşam tarzlarını değiştirmelerini ve filofobik olan bireyin kendi duygularından korkması ve onları saklaması sebebiyle "imajinasyon" yani hayal etme egzersizleri yapması öneriliyor. Hasta zamanla korkularıyla yüzleşiyor ve geçmişte yaşadığı, filofobiye neden olan durumları birer deneyim olarak hatırlamaya başlıyor. https://www.medikalakademi.com.tr/filofobi-asik-olmaktan-korma-nedir-belirtileri-ve-tedavisi/ https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Filofobi_(korku) https://amp.onedio.com/haber/yalnizca-kalbi-derin-yaralar-alan-insanlarin-tutuldugu-fobi-filofobi-73

  • ÇİZGİ FİLMLER VE ÇOCUK

    Çoğumuz çizgi filmlerin çocuklar için çok zararlı olduğunu ve çocukların çizgi filmlerden uzak durması gerektiğini düşünürüz. Bu düşüncelerin doğruluk payı küçümsenemez elbette. Uzmanlara göre günde 3-4 saat televizyon başında çizgi film izleyen çocuklarda görülen olumsuz etkilerden bazıları şunlar: dikkat dağınıklığı, hiperaktivite bozukluğu, iletişimsizlik sonucu oluşan konuşma geriliği ve bunun getirisi olan kendini ifade edebilmede güçlük çekme, gerçek ile hayal ürünü olan şeyleri ayırt edememe... Bunlara örnek olarak verilebilecek binlerce haber ya da olay var. Örneğin; Örümcek Adam çizgi filmini mutlaka duymuşsunuzdur. Bu çizgi filmden etkilenip kendini onun gibi hissedip camdan atlayan ve ciddi hasarlar alan çocuklar olduğunu söylesem inanır mısınız? Basit bir çizgi film, gerçek olmadığını herkes bilir! deyip geçmeyin çünkü küçük bir araştırma ile bunun gibi onlarca habere ulaşabilirsiniz. Bu kadar olumsuz etkilerine karşılık hiç olumlu yanı yok mu? Elbette var. Yapılan bir deneyden bahsetmek istiyorum sizlere. Birtakım çocuk iki gruba ayrılıyor. Bir gruba görsel sanatlar dersinde bakanlık tarafından belirlenen müfredat ve geleneksel yöntemler ile eğitim verilirken diğer gruba ise çizgi film temelli resim etkinlikleri uygulanılmıştır. 9 saatlik bu deney sonucunda öğrencilerden çizgi film karakteri resimleri çizmeleri isteniyor. Çizgi film temelli eğitim alan öğrencilerin resimlerinde; biçimsel özgünlük, biçimsel akıcılık, biçimsel esneklik, anlamsal özgünlük, anlamsal akıcılık, anlamsal esneklik ve toplam sanatsal yaratıcılık yönlerinde daha başarılı olduğu gözlemlenmiş. Bu konu hakkında bir başka deney sonucunda; çizgi film temelli eğitim-öğretim alan öğrencilerin okul derslerinde coğrafi, tarihi ve fen bilimleri alanındaki başarılarının eskiye ve diğer öğrencilere nazaran daha iyi olduğu görülüyor. Kısaca özetlemek gerekirse, çizgi filmler bir yandan çocuklara zarar verirken bir yandan da gelişimlerine katkı sunuyor. Bu sonuçların izleme süresi ile orantılı olduğunu da unutmamak lazım. 6 yaşından büyük çocukların gün içerisinde parçalara bölünmüş bir şekilde 1,5-2 saat çizgi film izlemeleri uzmanlar tarafından olumlu bulunuyor. Yazımı küçük bir araştırma ile bitirmek isterim. Accio yazarlarına "küçükken günde kaç saat ve hangi çizgi filmleri izlediklerini" sordum. Saat konusundaki yanıtlar genel olarak 1-2 saat oldu. Çizgi filmlerin isimlerine gelecek olursam, herkes en sevdiklerini söyledi ve grupta şunu fark ettik: Adı geçen çoğu çizgi filmi biliyoruz. Bu sorum sayesinde grubumuzda tatlı bir sohbet oluştu ve birlikte eskileri yâd ettik. Bu yönüyle de çizgi filmler tatlı sohbetlerin getirisi olan tatlı arkadaşlıkların bir köprüsü diyebilirim. :)

  • Yalnızlığın Getirisi: Maladaptive Daydreaming

    Hayal kurmanın bir hevesten çok bir ihtiyaca dönüşmesine Maladaptive Daydreaming ya da Uyumsuz Hayal Kurma Sendromu denir. Kafamızda kurduğumuz küçük senaryolarla başlar ve göz açıp kapayıncaya dek çığ gibi büyür. İnsanın sosyal bağlarını adeta görünmez bir pelerinle koparır ve bunun suçunu bambaşka şeylere atar. Hayal gücüne sahip biri, asla yalnız kalmaz. - Jackson Brown Etrafımızdaki insanlardan bıkmak veya artık onlarla kendimizi özleştirememekten doğar ve gittikçe yalnızlaştığımızı fark ettiğimizde hayallerimizdeki kalabalığa katılırız. Hayaller bizi mutlu eder ve bir zaman sonra hayallerimiz bir numaralı önceliğimiz olur. Oradaki insanları gerçek olarak kabul eder ve onlarla vakit geçirmeyi yeğleriz. Bu onların gerçek olmadığını bilmediğimiz anlamına gelmiyor, tam aksine onları bizim yarattığımızın farkındayız lakin bu bizi gerçek dünyadan daha mutlu ediyorlar ve insanlar mutlu olabilmek için her şeyi yaparlar. Bu sendroma sahip insanlar hayallerle aralarına bir araç koyar. Bu araç sayesinde kendi kurdukları dünyaya adım atarlar. Bu araç tabii ki de müziktir. Dışarıdan bakıldığında müzik dinlerken garip hareketler yapan, mimiklerini müziğe uygun hareket ettiren ve müziğe eşlik eden birileri gibi gözükürler lakin gerçeğin bununla yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Aslında arkada çalan şarkının ne olduğunu bile bilmezler. Kafalarında kurdukları senaryoyu kendi içlerinde yaşamaya başlarlar ve kendilerini başrol diye tanımlarlar. Sanki sahnedeymiş gibi hareket eder ve senaryolarının gidişatına bağlı üzülür, sevinir, kızar veya şaşırırlar. Buna mimiklerine yansıtırlar ve gerçeği söylemem gerekirse deli gibi gözükürler. Bunların farkında oldukları için dışarı çıkmaktan kaçınmaya başlarlar ve sonunda yalnızlıklarının içinde boğulurlar. En kötü tarafı ise kendilerine yaptıklarının sonuna kadar farkındalardır lakin sadece seyretmekle kalırlar, sanki kendi bedenlerinde bir misafirmiş de ruhlarını kurtarmaya çalışıyorlarmış gibi. Uyumsuz hayal kurup kurmadığımızı anlamanın yolları: Gece uyumakta zorluk çekme Kafamızı yastığa koyduğumuzda uykumuzun farklı sebeplerden dolayı tutmadığı bir gecede çoğu kişi gibi hayal kurmaya başlarız fakat bu sendroma sahip bireylerin uyumamalarının nedeni hayal kurmalarıdır. Bazen sadece hayal kurabilmek için yatakta yatarlar ve saatlerce gözleri kapalı, kendi dünyalarında dolanırlar. Hayal kurmaya devam etmek için büyük bir arzu duyma Önceden de dediğim gibi, kendilerini kontrol edemezler hayal kurma konusunda. Günün herhangi bir bölümünde arzuladıkları en büyük lanet hayal kurmaktır. Lanet diyorum çünkü hayatımızın her alanında önümüzde büyük bir engel olduğunu hissetmek, yanlış yaptığımızı bilmemize rağmen o yanlışı devam etmeyi arzulamak her bağımlılıkta olduğu gibi bir lanettir. Hayal kurarken yüz ifadeleri, jest ve mimik yapmak En önemli belirtisi budur aslında. Normal, tatlı bir hayal kurarken gözler buğulaşır, yüzümüze kocaman bir gülümseme yayılır fakat bu sendromda durum aşırı bir şekilde gerçekleşir. Kurdukları senaryonun içindeymişçesine hareket ederler ve kafalarında öldürdükleri bir karakter için ağır bir üzüntü hissedebilir, depresyona girebilirler. Psikologlara başvurulması gereken, çocukluktan itibaren süren ve kişinin kendisini iyi hissetmesi için otomatik oluşan bir durum ve herkeste bu savunmalar farklı. Bunun bir okb, ağır bir depresif mod, sosyal ihtiyaçlarını karşılama ya da travmatize olmanın bir sonucu olabiliyor. Ya da sadece kişinin ruhsal dünyada kendini fazla yalnız hissetmesinden de doğabiliyor. İnsanların hayatını mahvetmesi bir dursun, her anlamda bizi yıkar. 13-14 yaşlarından beri her gün hayal kurmak cidden insanı yoran ve bıktıran bir durum. Ailelerin ise bu durumu tembellik diye adlandırması ise daha da iç karartıcı. Psikologların en büyük tavsiyesi sosyalleşmek ve bizi meşgul tutacak eylemleri yerine getirmek oluyor ve gerçekten de görülen bir faydası var ama günün sonunda herkesin uyuduğu o sessiz vakitlerde bizi hayal kurmaktan kurtaran hiç kimse olmayacak.

  • Capgras Sendromu nedir? Kimlerde Görülür?

    Düşünsenize, öz anneniz size “Sen benim çocuğum değilsin, bir sahtekarsın!” diyor, defalarca DNA testi yapılsa da sizi asla çocuğu olarak kabullenmiyor. Hatta daha da ileri gidip sizin onu öldüreceğinizi bile düşünüyor ve bunu önlemek için sizi öldürmeyi bile göze alıyor. Bunlar her ne kadar gerçek değilmiş gibi gelse de gerçekten yaşanmış ve ileride de bir benzeri yaşanılabilecek belki de şu an yaşanan bir olay, olayın nedeniyse Capgras delüzyonu olarak da bilinen Capgras sendromu. Adını bu sendromu keşfeden Joseph Capgras’tan alan bu sendrom delüzyona sahip kişilerin genellikle kendisine yakın bireylerin yerine onlara çok benzeyen ama onlar olmayan başka insanların geçtiğine inanırlar. Bu sendroma sahip bir birey ebeveynlerinin aslında gerçek ebeveynleri olmadığı, onların birer sahtekar olduklarını belirtmiştir ama söz konusu onlarla telefonla konuşmak olduğunda onlara sahtekar dememiştir. Peki neden? Bu sendroma ne sebep oluyor ki bu şahıs yüzlerini gördüğünde sahtekar olarak tanımladığı kişilerin yüzlerini görmeyip sadece seslerini duyduğunda onları ebeveynleri olarak kabul ediyor? Neden Olur? Normalde birisinin yüzünü gördüğümüzde gözümüz beyindeki oksipital lob‘a oradan da fuziform yüz alanına (beyinde yüzlerin tanınmasından sorumlu olan bölüm) sinyal gönderir, daha sonra fuziform yüz alanı sinyalleri amigdala (duyguların gelişimini sağlayan kimyasalları salgılar) gönderir. Capgras sendromuna sahip olan bireylerde ise fuziform yüz alanıyla amigdal arasındaki iletimde bir sorun vardır. Bu yüzden de bir insanı gördüklerinde onu tanıdıklarını anlarlar ama o yüz en sevdiği insana ait bile olsa daha demin bahsettiğim sorun yüzünden o yüzü gördüklerinde normalde hissettikleri duyguları hissedemezler ve bu da onlara garip gelir, bir şeyler yanlışmış gibi, sanki karşılarında gördükleri insan aslında tanıdıkları insan değil de onun yerine geçmiş bir sahtekarmış gibi… Bir düşünün. Karşınızda çok sevdiğiniz, her gördüğünüzde içinizde kelebekler uçuşan birisi var; bir süre sonra aynı yüzü gördüğünüzde size hep yaşattığı o duyguları hissedemiyorsunuz, yüzü çok iyi tanıyorsunuz ama hep o yüzle beraber gelen duyguları hatırlayamıyorsunuz. Şüphelenmek sizce de biraz bile olsa anlaşılır olmaz mıydı? Kimlerde Görülür? Yetişkinlikten yaşlılığa kadar herkeste olabilir. Her ne kadar iki cinsiyette de görülse de kadınlarda erkeklere kıyasla daha fazla görülür. Şunu da belirtmek gerekir ki Capgras Sendromu genellikle tek başına görülmez ve şizofreninin veya psikozun bir etkisi olarak da görülebilir. Aynı zamanda bunama ve beyin hasarı geçiren kişilerde de görülebilir Nasıl Tedavi Edilir? Şu an maalesef ki tam olarak bir tedavisi olmasa da hastalar antipsikotik ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılmaktadır. Beyindeki nörolojik bir hasardan kuşkulanılan durumlarda ise hastanın beyninin tomografisi çekilip bu konuda doktorların uygun gördüğü tedavilere başvurulabilir. Terapi de çoğu konuda olduğu gibi bu konuda da çok büyük bir yardımcı olmaktadır, bu hususta dikkat edilmesi gereken hastalara sabırla yaklaşılması ve onların sahtekar olarak betimlendirdikleri kişilere “hayır, onlar gerçek” denilmemesi (bu eğer bu hastalığa sahip bir yakınınız varsa da geçerli, empati kurmak için ille de psikolog olmak gerekmiyor) çünkü bu hastalar o kadar çok korkabiliyor ki bu sahtekarların onları öldürmek için geldiğini düşünüp canlarını korumak için onlara karşı şiddet içeren davranışlar sergileyebiliyorlar, o yüzden her ne kadar kendi öz çocuğunu evlatlıktan reddetmek bize acımasız gelse de olayları o hastaya göre o çocuğun da acımasız olduğunu unutmadan yorumlamaya dikkat edelim. Kaynaklar https://www.youtube.com/watch?v=L3ubWzTB08s https://www.youtube.com/watch?v=OIyYndAr6zY&t=211s https://www.youtube.com/watch?v=o-1ZT-s8_A4 https://evrimagaci.org/sen-benim-esim-degilsin-capgras-sendromu-nedir-3277 https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/34033319/#:~:text=Capgras%20syndrome%20(CS)%2C%20or,inanimate%20object%20or%20an%20animal. https://arsiv.dusunenadamdergisi.org/ing/DergiPdf/DUSUNEN_ADAM_DERGISI_dfebff60ab4e45459a81e4c56c4085ec.pdf

  • Günümüz Gençlerinin En Büyük Sorunu Güzellik Algısı

    21. yüzyılın en büyük sorunlarından birisi haline gelen güzellik algısı genellikle insanların reddettiği ve varlığını inkar ettiği bir şeydir. Bunun adına ufak bir deney yapmak istedim; Arkadaşlarıma 3 adet fotoğraf gönderdim 1-) 2-) 3-) Bu fotoğrafların hepsinde boş ve terk edilmiş mekanlar olmasına rağmen neredeyse herkes ilkinde umut ve huzur hissediyorken diğer iki fotoğrafta göz zevklerine uymayıp dağınık oldukları için korku ve gerilim hissettiler, sanki onlar oraya ait değillermiş gibi düşündüler. İnsanlık var olduğundan beri her dönemde bizim ile birlikte olan güzellik algısı 1990'lı yıllarda giyimde yüksek bel pantolonlar, kadın vücudu için de ince ve düz bir bel modasının hakim olması gibi Victoria döneminde kraliyet ailesinden olma kriteri bir yana ilk defa ince belli olmak için verilen çabalar gibi günümüzde de yüzümüzün ve vücudumuzun altın orana uyma isteği gibi yorumlanabilir. Günümüzde altın orana uymayan insanlar çevre baskısı yüzünden kendini çirkin olarak değerlendirmekte ve bu durumdan kurtulmak istemektedirler, bu nedenle botoks uygulamalarının dünya genelinde 2017’ye oranla 2018 yılında %17.4 oranında artış gösterdi insanlar sevmediği yerlerine estetik yaparak ve suratlarına botoks uygulayarak altın orana yetişmeye çalışıyorlar. Bu heves genellikle ergenlik senelerinde başlıyor, başlamasının en büyük nedeni bana göre insanların iç güzellik yerine dış görünüşe önem vermesi ve bu yüzden dolayı insanlara zorbalık yapmasıdır fakat ergenlik döneminin sonlarına gelmiş ve kendini geliştirmiş bireyler dış görünüşün sadece bir saçmalıktan ibaret olduğunu ve insan için önemli olan şeyin özü "iç güzelliği" olduğunu bilirler. 116 kilodan düşmüş bir birey olarak benim de bu konuda çok deneyimlerim ve zorbalığa uğramışlıklarım oldu, her ne kadar zorbalık gördüğüm zamanlar bunları takmasam bile vücudumdan nefret ediyordum ve değiştirmek istiyordum. 6 - 7 ayda 37 kilo verdikten sonra sonunda yavaş yavaş istediğim vücuda erişiyordum ama bir şey fark ettim ben eskiden çok daha mutluydum, insanların baskıları yüzünden kilomu takmaya başladığım zamandan beri çok stres yapmış ve kendimi çok yormuştum dolayısıyla bazen insanların isteklerine yerine getirmeye çalışırken kendinizi önemsemeyerek zarar verebiliyoruz ve bu yüzden dolayı sonradan çok pişman oluyoruz. O yüzden dolayı insanların baskısı ve zorbalığı yüzünden kendinizi değiştirmeye çalışmayı bırakın siz nasıl mutlu oluyorsanız öyle yaşayın siz kendinizi sevip beğenmedikçe kimse sizi sevip beğenmez. Her insan altın orana uymak zorunda değildir ve bu onun çirkin olduğunu göstermez sadece yüzünün / vücudunun o oranda olmadığını gösterir. Güzellik dış görünüş ile ölçülecek bir unsur değildir ve olmamalıdır.

  • KADINA YÖNELİK ŞİDDET

    Şiddet, insan yaşamının her alanında karşılaşılan ve dünyada giderek daha da önemli bir duruma gelen bir toplum sağlığı durumudur. Aynı zamanda insan hakları ihlali olan şiddet maalesef ki günümüzde gittikçe artmaktadır. Başkalarını sevmek kadar, onlara karşı nasıl davrandığımız da önemlidir. Başkalarına karşı olan davranışlarımız çok olumludan çok olumsuza kadar değişebilir. Olumsuz davranışlardan en geniş biçimde olanı saldırganlıktır. Davranış kuramcılarına göre saldırganlık, "başkalarını incitmeyi amaçlayan her türlü davranış ve eylem" dir. Bizim türümüzde yani insanlarda saldırganlık büyük ölçüde öğrenme ile ilgilidir. Çocukluk döneminde saldırganlığın normal bir şey olduğunu çocuğa öğreten her şey bireyin saldırganlığını arttıracak, aksi ise azaltacaktır. İnsanlar saldırganlığı öğrenir. Bu durumda önemli olan çocuğa kesinlikle saldırmayı değil, karşılaştığı durumlarda doğru tepkiler vermeyi öğretmektir. Kadına yönelik şiddet her toplumda, her kültürde, her eğitim ve gelir düzeyinde vardır. Gelişmiş ülkelerde yapılan çalışmalara göre kadınların 1/3'i ile 1/2'sinin eşi tarafından şiddete uğradığı saptanmıştır. Buna göre, her iki kadından biri yaşamlarında en az bir kere şiddete uğramaktadır. Çok dile getirilmeyen duygusal, sözel, siyasal şiddet gibi kadına yönelik tüm şiddet türleri göz önüne alındığında bu sayı daha da artmaktadır. Maalesef ki bu oran ülkemizde %50'den fazladır. Kadına Yönelik Şiddetin Nedenleri: Toplumsal ilişkiler (ailede toplumda kadına verilen daha düşük değer) Bireysel biyolojik nedenler Romantik ilişkilerde ve yakın ilişkilerdeki sorunlar Kültürel olarak ataerkil toplumlarda iki cinsiyet arasındaki eşit olmayan ilişkileri sürdürmek için baskı aracı olarak şiddetin kullanılması Kadına Yönelik Şiddetin Algılanması: Kadına yönelik şiddet topluma, kültüre, bireye göre değişmektedir. Türkiye'de hızlı bir toplumsal değişim yaşandığı için kesin olarak bir sayı vermek pek doğru olmasa da şiddete uğrayan kadınların 1/2'i bunu hakkettiğini düşündüğü ve şiddet uygulayan erkeklerin 1/3'i şiddet uyguladığını kabul ettiği görülmüştür.Bazı kadınlar geleneksel düşünce ile şiddete maruz kalmayı "kader" olarak görmektedir Kimler Şiddet Uyguluyor: Kadına şiddet uygulayan erkeklerin güvensiz, alkol kullanan veya bağımlısı, şiddet uygulamayı hak olarak gören, gelir ve eğitim düzeyi düşük, şiddet içerikli diziler/filmler izleyen, sevgisiz büyüyen, çocukluklarında şiddet gören veya şiddete tanık olan, davranışlardan sorumluluk duymayan kişiler olduğu bulunmuştur. Şiddete maruz kalan kadınların çocukluklarında şiddet gören veya şiddete tanık olan, güvensiz, ekonomik güvencesi olmayan, geleneksel değerlere sahip olan, elalem(mahalle) baskısına önem veren kişiler oldukları bulunmuştur. Kadına Yönelik Şiddetin Etkileri ve Sonuçları: Şiddetin sonuçları fiziksel, ruhsal ve ölümcül olarak 3 başlık altında incelenebilir. Fiziksel: Yaralanmalar, cinsel ilişkiye bulaşan hastalıklar, düşükler, baş ve karın ağrısı, ilaç-alkol bağımlılığı, astım, bağırsak hastalıkları... Ruhsal-zihinsel: Anksiyete, depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, yeme bozuklukları, uyku bozuklukları, cinsel işlev bozukluğu... Ölümcül: İntihar, cinayet. Son Durum ve Yapılabilecekler Kadına yönelik şiddet yaşamımızın bir gerçeğidir ve hem aile bireylerini, hem çocukları, hem de toplumu önemli ölçüde etkiler. Aileler; eğitim, ekonomik, hukuksal yönlerden güçlendirilmeli ve korunmalıdır. Bunun için aile danışmanları, psikologlar, hemşireler, sosyal çalışmacılar yardımcı olabilir. Kültürümüz kadına yönelik şiddeti tolere ediyor. Kadınların bir bölümü şiddet görmeyi hak ettiğini, erkeklerin bir bölümü şiddet uygulamayı kendilerine verilmiş bir hak olarak görüyor. Kültürel değerlerimizin bu yönde yozlaşmasını önlemeye yönelik girişimlerde bulunulmalıdır. Kültürümüz şiddeti bir disiplin aracı, erkekler de şiddeti disiplin ve ceza aracı olarak görüyor. Çocuk yetiştirmede de önemli bir yeri var. Erkeklerin çoğu argo konuşmayı ve küfretmeyi normal olarak kabul ediyor. Şiddet “erkekliğin göstergesi” gibi görülüyor. Ailede kadına yönelik şiddete kültürel olarak göz yumuluyor ve sonuç olarak bu davranış pekişiyor. Türkiye’de ensest, cinsel istismar-tecavüz ciddi boyutlardadır. Cinsel istismara-tecavüze uğrayanlar ileride cinsel şiddet uygulayıcıları olmaktadır. Çocukluk çağında şiddet görenlerin ileride şiddet uygulayıcıları olduğu görülmüştür. Günümüzde kadının konumu, eşitliği, hakları giderek kötüleşmektedir (mahalle baskısı). Kadınların eğitim düzeyi, ekonomik özgürlüğü, iş ve ücret eşitliği sağlanmalıdır. Kadın-erkek eşitliği günlük yaşamda da sağlanmalı, bu düşünce topluma yerleştirilmelidir. Son 12 yılda kadın cinayetleri %1500 oranında artmıştır. Sağlıklı, kültürel değer yargılarının öne çıkarılarak pekiştirilmesi sağlanmalıdır. Çocuk gelinler kız çocuklarına yönelik ağır bir şiddettir. Çocuk gelinlik mutlaka önlenmelidir. Şiddet içeren dizi ve filmler çok sıkı denetlenmelidir. Şiddet ögeleri eğitim ve öğretimden çıkarılmalıdır. (Dayak cennetten çıkmadır.’, ‘Kocamdır, sever de, döver de.’, ‘Öğretmenin vurduğu yerde gül biter.’, ‘Eti senin, kemiği benim.’, ‘Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin.’) Birey ve toplum sağlığı açısından şiddetin önlenmesi gereklidir. Anne-babalar, öğretmenler, sanatçılar, sporcular, toplum önderleri sağlıklı örnekler olmalıdır. Ülkemizde kadına yönelik şiddetle ilgili çağcıl düzenlemeler görece yenidir ve yeterince bilindiğini ve uygulandığını söylemek güçtür. Bu konuda tüm toplum bilgilendirilmeli ve eğitilmelidir. Türkiye'nin de imzaladığı "Uluslararası Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin uygulanması konusunda tüm sivil toplum örgütleri sorumluluk almalıdır. Kadın Sığınma Evleri ile ilgili yasalar uygulanmalı, gizliliğe özen gösterilmelidir. Çocuk gelinlere, kadın cinayetlerine, tüm şiddet davranışlarına kesinlikle hoşgörü gösterilmemeli, caydırıcı yasal düzenlemeler yapılmalı, yasalar herkese tam olarak uygulanmalı ve cezada hiçbir indirim uygulanmamalıdır.

Copyright ©2022 Accio Liberum. Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page