Arama Sonuçları
"" için 149 öge bulundu
- Batman Adaleti - Süper Kahramanlar Ne Kadar Haklı?
Batman, hiçbir süper gücü olmayan ancak parası ve yaşadığı şehirde adaleti sağlama isteği sayesinde süper kahramana dönüşen bir karakterdir. Bu süper kahraman Gotham City’de yaşar ve oradaki suçlularla savaşır. Batman küçükken Gotham City ekonomik krizdedir ve suç bir hayli artmıştır. Bir akşam Batman, ailesiyle eve dönerken bir hırsız yollarını keser ve ailesini öldürür. Bu olay Batman’in süper kahraman olmasının en büyük motivasyonudur ancak bir sorun vardır, Batman suçluları kendi adalet anlayışına göre yargılar. Metnin genelini daha iyi anlamak için bu noktada adaleti şu şekilde tanımlayabiliriz: Adalet, hakkı gözeterek haklı ile haksızı birbirinden ayırmaktır. Batman bir suçluyla dövüşmeden önce onun suçlu olup olmadığına kendisi karar verir ve suçluyu cezalandırma şeklini kendisi belirler; her ne kadar prensip olarak suçluları öldürmese de hukuk sisteminde cezaların arasında olmamasına rağmen suçluları dövmekten kaçınmaz. Vatandaşların bazıları Batman’in bu tutumundan rahatsızdır çünkü Batman cezaları seçerken kendi ahlak yargısına göre hareket eder, oysaki adalet sisteminde cezalar toplumun genel etik anlayışı göz önünde bulundurularak kararlaştırılır ve cezalar bir kişi tarafından belirlenmez, birçok kişi bu cezalar üstüne halihazırda uzun süre düşünmüş olurlar. İnsanlar adaletin sağlanmaya çalışırken bir kişinin buna karar vermesinden rahatsız olurlar, dolayısıyla Batman’in tercih ettiği ceza yöntemi her zaman herkes için en doğrusu olmayabilir. Batman’in adaleti kendi kendine sağlamaya çalışmasını bu açıdan değerlendirdiğimizde haksız gibi gözüküyor ama Batman’in bu olaya bakış açısı da aslında yaşadığı toplumun adalet sistemine bir eleştiri niteliği taşıyor. Batman’in adaleti kendisinin sağlamaya çalışması ise şüphesiz adalet sistemine olan güvensizliğinden kaynaklanmaktadır. Kendi ailesini öldüren hırsız, aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra bulundu. Batman bunu yaşadığından adalet sisteminin belli bir noktada bazı hakları korumak pahasına aksiyon almakta geciktiğini, sistemin bazı noktalarındaki insanların yozlaştığını fark ediyor ve mecburen kolları sıvayıp ailesinin anısına şehri canı pahasına korumaya ve sistemdeki bu açığı kapatmaya yemin ediyor. Batman’i destekleyen insanlar da aynı şekilde düşünüyorlar; onların canını yakan ve şehri mahveden suçlulara verilebilecek en iyi cezanın toplumlarındaki adalet sisteminin içerisinde olmadığından yakınıyor ve Batman’i uzun zamandır halkın isteklerine tercüman olan birisi olarak görüyorlar. Batman onların istediği şekilde ceza veriyor, bu da halkın diğer kesiminin Batman’i desteklemesinin temel sebepleri arasında yer alıyor. Batman’in sistemdeki boşlukları doldurmaya yönelik bu çabası anlaşılır, ancak diğer taraftan adaleti sağlarken genelin ahlak anlayışına uymayışı ve cezalara kendisi karar vermesi bir tartışma doğuruyor. Öyleyse sistemdeki bu boşluğu bir kişi doldurabilir mi ve eğer doldurabilir ise bunu nasıl yapmalıdır?
- Pika Yeme Sendromu Nedir? Belirtileri ve Tedavisi Nelerdir?
Pika Yeme Sendromu Nedir? Pika yeme bozukluğu, genellikle yiyecek olarak kabul edilmeyen maddeleri yeme alışkanlığıdır. Küçük çocuklar dünyayı keşfetmek için genellikle alışılmayan maddeleri ağızlarına koyarlar ancak pika sendromu bu durumun ötesinde bireyde ciddi sağlık problemleri oluşturabilir. Pika sendromu genellikle yoksulluk içinde yaşayan, ihmal edilmiş çocuklarda veya hamile kadınlarda görülür. Pika sendromu belirtisi koyulabilmesi için bireyin en az 2 yaşında olması gerekmektedir çünkü 2 yaşına kadar bebeklerde maddeleri ağıza götürme normal karşılanan bir durumdur. Pika yeme sendromu çoğunlukla işlev bozuklukları nedeniyle ortaya çıkar, zaman zaman ruh sağlığı bozuklukları da pika sendromuna sebep olabilir. İşlev bozuklukları: Otizm Spektrum Bozukluğu Zihinsel Yetersizlik Şizofreni olarak belirtilebilir. Demir eksikliği anemisi, çinko eksikliği ve düzensiz beslenme alışkanlıkları pika sendromuna sebep olan en önemli etkenlerdendir. Pika Yeme Sendromu Belirtileri Nelerdir? Pika sendromu sahibi insanlar genelde şu maddeleri yerler veya yeme arzusu duyarlar: Kil Kaya Kağıt Pastel Boya Saç Tebeşir Toprak Dışkı (Kaka) Vücuda besinler dışındaki maddelerin fazlaca alınması sonucunda bireyde: demir eksikliği anemisi kurşun zehirlenmesi vücudun sindiremediği şeyleri yemekten kabız veya ishal toprak veya dışkı yemekten bağırsak enfeksiyonları ağız veya diş yaralanmaları gibi rahatsızlıklar oluşur. Pika Yeme Sendromu Teşhis ve Tedavi Yolları Nelerdir? Uzun süreli olarak alışılmış dışı maddeleri yeme ve yeme teşebbüsü pika sendromunun belirtisidir. Özellikle çocuklarda meydana geldiği için çocuğunuzun davranışlarını ve yeme alışkanlıklarını gözlemlemeniz erken teşhis konulmasını sağlayabilir. Örneğin çocuğunuzun bu tür davranışları varsa önlemek adına zararlı maddeleri ulaşamayacağı bir yere koyabilirsiniz. Pika sendromuna sahip bazı çocukların bir psikologdan veya bir akıl sağlığı uzmanından destek alması gerekebilir. Bu tedaviler işe yaramazsa doktorlar ilaç da yazabilir. Ayrıca zararlı maddelerin vücuda alınması sonucu bireyde bazı mineral ve vitamin dengesizlikleri meydana gelir, bu nedenle gerekli testlerin yapılması gerekir.
- Damlaya Damlaya Çöl Olur!
İnsanların hayatlarını sürdürebilmeleri ve metabolik faaliyetleri (sindirim, solunum, boşaltım vb.) yerine getirebilmesi için suya ihtiyaçları vardır. Uzaydan bakıldığında Dünya'nın büyük çoğunluğu mavi bir küre gibi görünüyor, bunun nedeni ise yüzeyinin yaklaşık %71'inin suyla kaplı olması. Yapılan araştırmalar sıvı haldeki suyun 3,8 milyar yıldır Dünya'da var olduğunu gösteriyor. Dünya'da Ne Kadar Su Var? Dünya'da 1.385 km çapındaki bir kürenin hacmine eşit miktarda su var. Dünya'daki suyun % 96,5 'i okyanuslarda, göllerde, nehirlerde ve buzullarda yer alıyor. Fakat canlılar yaşamları için yalnızca tatlı su kullanıyorlar . Dünya'daki suyun yalnızca % 2,5' ini tatlı sular oluşturuyor. Ancak her geçen gün su kaynakları azalmakta , su kaynaklarının kirlenmesi , küresel iklim değişikliği gibi etmenler yüzünden gittikçe tükenmektedir . Dünya'daki ülkelerin üçte birinin suya erişimi yok veya çok kısıtlı. Dünya nüfusunun %18'i ise temiz suya ulaşamıyor. Suya ulaşabilen ülkeler de artık su kıtlığıyla karşı karşıya kalmakta, tatlı su rezervlerinin sonlarına yaklaşmaktadır. Etrafı denizlerle çevrili olan Türkiye bile bu ülkeler arasındadır. Gelecekte ise ne yazık ki birçok ülke su kıtlığıyla yüzleşecek ve su stresi çekmek zorunda kalacak. Böyle giderse 2050 yılında 1 günde en fazla 25 litre su kullanmak zorunda kalacağız. ALDIĞIMIZ ÖNLEMLERLE SU KITLIĞINI DURDURABİLİR MİYİZ? 2017 yılında Cape Town susuzluğunu ilan eden ilk büyük şehir oldu. Cape Town'daki yöneticiler suyun tükeneceği 22 Nisan'ı 0 günü ilan ettiler ve su kullanımını hane başına günlük maksimum 50 litre ile sınırlandırdılar. Yakın gelecekteki hedeflerini ise günlük 25 litre olarak açıkladılar. Fakat Cape Town aldığı önlemlerle 0 gününü ertelemeyi başardı. Singapur ise arıtma su ve geri dönüşümlerle susuzluğun önüne geçti. Yani bu verilen örneklerde de gördüğümüz gibi alınan önlemlerle su kıtlığının önüne geçebiliriz.
- İkinci Bir Gezegenimiz Yok!
Fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller 195.000 yıl öncesine ait fakat ortalama 100.000 yıl öncesine ait diyebiliriz. O tarihten beri insanlar dünyadaki birçok kaynağı hızlıca tükettiler. Sürekli daha fazlasını isteyip kullandılar çünkü böyle yapmanın bir güç sembolü olduğunu düşündüler. Bu sistem, dünyada gelmiş geçmiş bütün devletlerde devam etti. Örnek olarak Avrupalılar, coğrafi keşiflerin ardından tüm dünyaya hükmetmeye başladılar. İşgal ettikleri yerlerin bütün kaynaklarını yavaş yavaş sömürdüler. Sanayi İnkılabı ile de iş çığırından çıktı. İngiltere’den başlayan bu “Hava Kirliliği Devrimi” tüm dünyaya yayıldı. Kömür kullanımı başladı ve hızla popülerliği arttı, 1900’lerin ortalarına kadar da bu devam etti. Ardından petrol kullanımı başladı. Bildiğiniz üzere petrol de kömür gibi doğaya çok zararlı. Petrol ürünlerinden çeşitli şekillerde atmosfere karışan zararlı gazlar, ozon tabakasının incelmesine ve dolayısıyla da keskin iklim değişikliklerine sebep oluyor. Petrol kullanımı günümüzde de devam ediyor. Fakat 2050 yılına kadar petrol ve kömür kaynaklarının tükeneceği düşünülüyor ve bunlar tükendiğinde yedek bir kaynağımız da olmayacak. Şimdi başlangıçta dediğim yere geliyorum. İnsanoğlu, geçmişte kaynakları tükettiğinde yeni kaynaklar arama şansına sahipti fakat 2050 ve sonrasında elimizdeki bütün kaynaklar tükendiğinde ne yapacağımız bilinmiyor. Bilim insanları bunları öngörerek çeşitli çalışmalara giriştiler. Bunlardan en önemlisi ise astronomi çalışmaları. Hatta bu çalışmalar sadece bilim insanları tarafından değil, dünyanın önde gelen ülkeleri (Amerika, Çin, Rusya, Almanya, İngiltere) tarafından da yürütülüyor ve bu tip ülkeler bu çalışmalara trilyonlarca dolar yatırıyorlar. Bunun nedeni ise bu sorunun ne kadar ciddi olduğunun farkında olmaları. Bu çalışmalar 1950’lerden sonra başladı. Önce Rusya (O zamanın Sovyetler Birliği) uzaya ilk uzay aracını ve Laika adında bir köpeği gönderdi. Ardından ilk insan (Yuri Gagarin) uzaya çıktı. Bunun yanında Neil Armstrong 1969 yılında Ay'a ayak basan ilk insan oldu. Bu tarihten itibaren de uzay savaşları hiç bitmedi. Günümüzde Amerika bu konularda biraz daha önde. Şimdi diyeceksiniz ki bunların ikinci bir gezegenle ne ilgisi var. Hemen açıklayayım. Amerikanlar, Mars ve Ay üzerinde çeşitli çalışmalar yürüterek doğal kaynaklar arıyorlar. Başka bir deyişle insanların üzerinde yaşayabilecekleri yeni bir gezegen aranıyor çünkü dünyayı ne kadar kirlettiklerinin farkındalar. Dünyayı bir daha eski haline getiremeyeceklerine inanıyorlar. Daha doğrusu inandırılıyorlar çünkü dünyayı eski haline getirmenin ilk yolu sanayi çalışmalarını ortadan kaldırmak. Bu da birçok dünya liderini ve zengin kişileri olumsuz etkileyecek- ki bu da istenmiyor-. Astronomi çalışmalarında önemli başarılara ulaşmış olmalarına rağmen henüz tatmin edici bir sonuca varamadılar. O yüzden yapılması gereken şey yeni bir dünya aramak değil, mevcut dünyamızı kurtarmak. Zira yeni bir gezegen bulmak çok zor ve eğer bulsak bile bizim için çok geç olmuş olabilir...
- Regl Nedir ve Regl Ağrılarına Ne İyi Gelir?
Regl Nedir? Regl; kimimizin sancılarla geçirdiği, kimimizin hafif ağrılarla geçirdiği, 5-7 gün arasında süren menstrüasyon dönemidir. Üreme döneminde ve sağlıklı olan her kadın, ortalama 28 günlük aralıklarla regl olur. Regl, ergenlik çağına girmiş genç kızların hormonların etkileriyle rahim iç yüzeyinde oluşan damar ve dokuların kan ile birlikte vücuttan atılması olayıdır. Regl, vajinal bir kanamadır. Regl Döneminde Ağrılar Neden Oluşur? Birçok kadın, regl dönemlerinde yaşadıkları ağrılardan dolayı hayatlarını ertelemek zorunda kalabiliyor. Regl dönemlerinde kramplar yaşamanız gayet doğal bir durumdur. Bu kramplar regl öncesindeki iki gün içinde başlayıp birkaç gün boyunca sürebilir. Regl döneminde ağrıların sebebi rahim duvarındaki kasılmalardır. Prostaglandin adlı hormon, rahim duvarındaki kasılmaları tetikler. Prostaglandin hormonunun artması ağrıların daha şiddetli gerçekleşmesine sebep olur. Aynı şekilde az salgılanması da ağrı şiddetini azaltır. Rahimdeki kasılmaların asıl amacı oluşacak olan embriyonun rahime rahat bir şekilde yerleşmesini sağlamaktır. Hamilelik oluşmamışsa rahimde oluşan bu kalın doku her ay düzenli olarak vücuttan atılır. Regl dönemlerinde: Baş ağrısı Karın ağrısı Uykusuzluk İştahta artış Aşırı uyku hali Mide bulantıları Cinsel istek değişiklikleri gibi durumların yaşanması çok doğaldır. Her vücut, regl döneminde kendine has özellikler geliştirir ve bireyin kendi döngülerinde meydana gelen değişiklikleri fark etmesi regl döneminin daha kolay atlatılmasını sağlar. Regl Ağrılarına Ne İyi Gelir? Eğer şu an bu yazıyı okuyorsanız muhtemelen siz de regl kramplarından rahatsız oldunuz ve kurtulmak için yollar arıyorsunuz. Regl ağrılarınızı azaltmak için bazı tavsiyeler şu şekildedir: Yin Yoga Yapmak Yin yoga genellikle kalçaların, iç kalçaların, pelvisin ve alt omurganın uzun süreli pasif taban pozlarından oluşur. Yin yoga yaparken her pozda minimum 3 dakika durulur ve akışı yavaş olan bir yoga çeşididir. Kasıklarınızın rahatlamasına sebep olacağı için regl ağrılarını azaltan bir etkisi vardır. Nefes Egzersizleri Yapmak Nefes egzersizleri, vücudunuzda olan bitenlerin farkında olmanıza ve ana odaklanmanıza sebep olarak vücudunuzu gevşetecektir. Sakin ve gevşemiş bir vücutta regl kasılmaları da daha düzenli bir biçimde olacak ve ağrıları daha az şiddetli yaşamanızı sağlayacaktır. Kafeinden Uzak Durmak Çikolata, kahve gibi besinlerde vazokonstriktör yani damarları daraltan kafein vardır. Bu da vücudun, regl kanının atılması için daha fazla güce ihtiyaç duyması ve krampların şiddetinin artması demektir. Bu nedenle, regl dönemlerinizden önceki bir hafta ve regliniz başladığında kafeinden uzak durmanız kramplarınızı azaltacaktır. Bitki Çayları Tüketmek Bazı bitki çayları insanı sakinleştiren ve huzurlu olmasını sağlayan etkilere sahiptir. Özellikle regl dönemlerinizde içeceğiniz günlük bir bardak bitki çayı bu süreci daha kolay atlatmanızı sağlayacaktır. Ada Çayı : Östrojen gibi bazı hormonları uyararak adet döngüsünü düzenler. Zencefil: Adet söktürücü özelliği vardır ve ağrı kesicidir. Papatya: Sakinleştirici etkisi vardır. Hormonları düzenler, sinirleri yatıştırır ve kasları gevşetir. Safran: Regl kanının vücuttan kolay bir şekilde atılmasını sağlar. Nane: Karın kaslarını rahatlatarak krampları önler, regl döneminde yaşanan şişkinliklerin giderilmesini sağlar. Rezene: Kanamayı düzenler ve vücudu rahatlatır. Daha az sancılı bir regl dönemi sağlar. Magnezyum İçeren Besinleri Tüketmek Magnezyum, rahimdeki kasların spazmlarını engelleyen ve kan dolaşımını rahatlatan etkiye sahiptir. Bu nedenle regl dönemlerinde magnezyum içeren besinleri tüketmek ağrılarınızı azaltacaktır. Magnezyum bakımından zengin bazı besinler: Yeşil yapraklı sebzeler (ıspanak, pazı...) Meyveler (muz, incir, çilek...) Baklagiller (nohut, mercimek, barbunya...) Sebzeler (brokoli, taze fasulye, enginar, pırasa...) Deniz ürünleri (somon, uskumru, karides...) Bazı baharatlar (kimyon, karanfil) Hindistan cevizi
- Sosyal Anksiyete Bozukluğu Nedir? Tedavi Yolları Nelerdir?
Sosyal Anksiyete Bozukluğu Nedir? Sosyal anksiyete bozukluğu, diğer adıyla sosyal fobi; sosyal ortamlarda aşırı korku ve endişeye sebep olan anksiyete türlerinden birisidir. Sosyal fobisi olan bireyler; yeni insanlarla tanışmaktan, insanlarla iletişim kurmaktan, toplantılar gibi çok insanın olduğu ortamlara girmekten çekinirler. Bu korkunun altında yatan sebep, başkaları tarafından yargılanmak ve aşağılanmaktır. Sosyal fobisi olan bireyler, korkularının ne kadar yersiz olduklarını bilseler bile onları yenmek için yeterli güçte hissetmeyebilirler. Sosyal fobi ile utangaçlık karıştırılmamalıdır. Utangaçlık, kişinin hayatını uzun süreli etkilemez ve yaşamı yoğun bir şekilde zorlaştırmaz fakat sosyal anksiyete, kişinin yaşamını yoğun ölçüde etkiler ve zayıflatıcıdır. Sosyal anksiyete bozukluğu kişinin yaşamında şunları etkileyebilir: İş Okul Aile dışındaki bireylerle yakın ilişki kurmak Amerika Anksiyete ve Depresyon Derneğine göre yaklaşık 15 milyon Amerikalı yetişkin sosyal anksiyete bozukluğuna sahip ve bu bozukluğun belirtileri 13 yaş civarında başlayabilir. Sosyal Anksiyete Bozukluğu Belirtileri Nelerdir? Sosyal fobisi olan bireylerde görülen fiziksel semptomlar şunlardır: yüzde kızarma mide bulantısı aşırı terleme titreme konuşma zorluğu baş dönmesi hızlı kalp atışı Psikolojik semptomlar şunlardır: bir olaydan günler veya haftalar önce endişelenmeye başlamak sosyal ortamlara girmekten kaçınmak ve arka planda olmak istemek sosyal ortamlarda kendini utandırmaktan korkmak diğer insanların stresli ve endişeli olduğunuzu fark etmesinden korkmak sosyal bir durumla yüzleşmek için alkole ihtiyaç duymak kaygı nedeniyle okuldan veya işten kaçınmak Zaman zaman endişeli hissetmek normaldir. Sosyal fobiye sahip bireyler, insanlar içinde yargılanmaktan çok korkar ve endişelenirler. Sosyal anksiyete bozukluğu olan bireylerin kaçındığı bazı durumlar: soru sormak iş mülakatları alışveriş yapmak umumi tuvaletleri kullanmak telefonda konuşmak halk içinde yemek yemek Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri her durumda ortaya çıkmayabilir ama bazı ortamlar sosyal anksiyeteyi tetikleyebilir. Örneğin belirtiler sadece halk içinde yemek yerken veya iş mülakatlarında ortaya çıkabilir. Sosyal Anksiyete Bozukluğunun Sebepleri Nelerdir? Sosyal fobinin kesin nedeni bilinmemektedir. Buna ek olarak, yapılan araştırmalar çevresel ve genetik faktörlerin bir kombinasyonundan kaynaklandığı fikrini desteklemektedir. Bazı olumsuz deneyimler (zorbalık, aile çatışması, cinsel istismar vb.) sosyal fobiye sebep olabilir. Serotonin dengesizliği gibi fiziksel anormallikler de sosyal fobiye sebep olabilir. Serotonin, beyinde ruh halini dengelemeye yarayan bir kimyasaldır. Aşırı aktif bir amigdala (korku, kaygı, endişe düşüncelerini kontrol eden beyin yapısı) , bu bozukluğa sebep olabilir. Sosyal fobinin temelinde aile de yatabilir. Ailelerin aşırı koruyucu, kontrol sahibi olması sonucunda çocuklarda sosyal anksiyete bozukluğu meydana gelebilir. Ancak araştırmacılar, bunların gerçekten genetik kaynaklı olup olmadığı konusunda kesin bir yargı belirtmemektedir. Sosyal Anksiyete Bozukluğu Nasıl Teşhis Edilir? Kişinin öyküsü dinlendikten sonra sağlık uzmanı teşhis koyar. Ayrıca belirli davranış kalıpları incelendikten sonra da teşhis konulabilir. Sosyal anksiyete bozukluğu teşhis kriterleri şunlardır: aşağılanma veya utanma korkusu nedeniyle sosyal ortamlardan uzak durma sosyal etkileşim öncesi endişeli hissetme günlük yaşamı olumsuz etkileyen kaygı Bunun dışında Liebowitz Sosyal Fobi Testi Ölçeği sayesinde kişi kendisinin sosyal fobisinin seviyesine dair bir bilgi edinebilir. Sosyal Anksiyete Bozukluğu Nasıl Tedavi Edilir? Sosyal anksiyetesi olan bireylerin, yaklaşık yüzde 36'sı, en az 10 yıl boyunca semptomları olana kadar bir sağlık kuruluşundan yardım almamaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğu çeşitli tedavi yolları içerir. Kişinin durumuna göre tedavi çeşitlilik gösterebilir. Bazı insanlar sadece bir tür tedaviye ihtiyaç duyarken bazı insanlar ek tedavilere de ihtiyaç duyabilir. Sosyal anksiyete bozukluğu için tedavi yolları şunlardır: Bilişsel Davranışçı Terapi: Bu terapi, gevşeme ve nefes alma yoluyla kaygının nasıl kontrol edileceğini ve olumsuz düşüncelerin olumlu düşüncelerle nasıl değiştirileceğini öğretir. Maruz Kalma Tedavisi: Bu terapi yöntemi, sosyal ortamlardan kaçınmak yerine adım adım korku ile yüzleşilerek tedavi edilmesini amaçlar. Grup Terapisi: Bu terapi, sosyal ortamlarda insanlarla etkileşim kurmak için sosyal beceri teknikleri öğrenilmesini sağlar. Aynı korkuları paylaşan insanların bir araya gelmesi, kişilerin kendilerini daha az yalnız hissetmelerini sağlar. Evde Tedavi: Yaşam şeklinde yapılan bazı değişiklikler de sosyal fobinin azalmasını sağlayabilir. Örneğin: kafeinden kaçınmak bol uyku almak sağlıklı ve dengeli bir beslenme planına sahip olmak Bu yöntemler ile tedavi edilmeyen sosyal anksiyete bozukluğunun tedavisi için doktorlar ilaç önerebilir. Bu ilaçlar, sosyal fobiyi iyileştirmez fakat semptonların azalması için yardımcı olurlar.
- Yeme Bozukluğu Olan Kişilerle Nasıl İletişim Kurulmalıdır?
Yeme Bozukluğu Nedir? Yeme bozuklukları, çok uzun zamandır insanların yaşadığı sağlık sorunlarından birisidir. Bu hastalıklar, kişinin sağlığını önemli derecede etkileyen bir problemdir. Yeme bozuklukları, bireyi psikolojik ve fiziksel olarak olumsuz etkiler. Yapılan bir araştırmaya göre genç kızların %50'si ve genç erkeklerin %30'u kilolarını kontrol etmek için öğün atlama, oruç tutma, kusma ve müshil alma gibi sağlıksız kilo kontrol davranışlarında bulunuyor. Yeme bozukluğu türleri şunlardır: Bulimia Nervoza Anoreksiya Nervoza Tıkanırcasına Yeme Bozukluğu Yukarıda yazılan yeme bozukluğu türlerine ek olarak atipik yeme bozukluğu, gece yeme sendromu ve pika sendromu da yeme bozukluğu türleri arasındadır. Yeme bozukluğunun sebepleri nelerdir? Yeme bozukluğuna sebep olan başlıca faktörler: Düşük benlik saygısı Akranlar arasında zayıf olma isteği Baskıcı aile Mükemmeliyetçilik Sosyal medya Yeme Bozukluğu Olan İnsanlarla Nasıl İletişim Kurulmalıdır? Yeme bozukluğu problemi ile savaşan kişilerle iletişim kurarken çok dikkatli olunmalıdır çünkü bireylerin, aldıkları ya da verdikleri kilolar üzerinden güzellik algısı oluşturarak kendilerini yetersiz hissetmelerine sebep olabiliyoruz. Örneğin yaz tatili sonunda ilk defa okulda karşılaştığınız bir arkadaşınıza "Çok kilo vermişsin ve çok güzelleşmişssin." dediğinizde arkadaşınızın bilinçaltına güzelliğinin kilosuyla ilgili olduğunu ve eski kilosuna geri dönerse bu güzelliği kaybedeceği düşüncesini aşılamış olursunuz. İstesek de istemesek de son dönemlerde bunu kendimize ve çevremizdekilere sıklıkla yapıyoruz. Sosyal medyanın hayatımıza daha derinden işlemesiyle birlikte bizlere gösterilen "mükemmel vücutlar" alanına girebilmek için kendi benliğimize ve vücudumuza zarar veriyoruz. İnsanları daha zayıf, daha sıkı, daha kilolu gibi kriterlerle karşılaştırmak, benliği sadece tartıda görülen sayılarla eş değer tutmak demektir. Yeme bozukluğunu aşmak ve iyileşmek göründüğü kadar kolay değildir. Yeme Bozuklukları Akademisi Başkanı Dr. Bryn Austin yaptığı açıklamada "Daha büyük bedenlerde yaşayan insanlara karşı yapılan açık ayrımcılık, bir kişinin damgalayıcı mesajlara inanıp inanmadığına bakılmaksızın, sağlık ve esenlik üzerinde doğrudan ve bazen yıkıcı bir etki yaratıyor." dedi. Yeme bozukluğuna sahip bireyle iletişim kurarken yapılması gerekenler şu şekildedir: İletişimde kilo ve görünüşünü hedef almamak Kilo konusunda tedirginlik yaşayan ve yeme bozukluğu olan bir birey ile iletişim kurarken, "Zayıflamışsın, kilo almışsın, göbeğin var, bacakların çok ince..." gibi kilosunu ve görünüşünü hedef alan cümlelerden uzak durulmalıdır. Birçok hastalıkta işe yaradığı gibi şefkat ve duyarlılık da yeme bozukluğu sürecinin daha kolay atlatılmasını sağlayacaktır. Yiyecekleri "iyi" veya "kötü" olarak sınıflandırmamak Hasta bireyin, kendi benliğinin değerini anlaması için terapi alması etkili olacaktır. Terapi süreçleri uzun ve inişli çıkışlıdır. Yeme bozukluğu hastalığına sahip bireylerde yiyeceklerle kurulan bağ, sağlıklı bir insanınkinden çok daha farklı ve yıpratıcıdır. Örneğin tıkanırcasına yeme bozukluğu olan bir birey, kilo almaktan korktuğu için kendini sürekli kısıtlıyor ve yiyecekleri "iyi" ve "kötü" olarak kategorize ediyor. Kötü olarak gruplamasının sebebi ise içerisinde genelde fazla rafine şeker, katkı maddesi vb. olması. Bir süre boyunca "kötü" yiyeceklerden uzak durarak kilo veriyor ve uzun bir süre buna devam ediyor. En sonunda kısıtlamasına dayanamayıp kısa süre içerisinde günlük ihtiyacı olandan daha fazla kaloriyi alıyor. Daha sonra aldığı kaloriler sebebiyle kendini kötü hissediyor ve tekrar kısıtlamaya giriyor. Bu süreç bir döngü olarak devam ediyor ve en temelinde ise kilo alma korkusu var. Çünkü bu birey, kilo alırsa değerini kaybedeceğini düşünüyor. Yeme bozukluğu ile baş etmeye çalışan birçok hasta bu döngülerin farklı versiyonlarını çok kez yaşıyor. Döngüler, psikolojik olarak çok yıpratıcıdır. Bu nedenle terapi, bozulan bu algıların ve yiyeceklerle olan iletişimin düzelmesinde büyük rol oynar. Özbenliği geliştirici aktiviteler yapmak Özbenlik kavramının oluşması ve güçlenmesi ile birlikte kişi kendi değerinin kilosu veya görünüşü ile ölçülemeyecek kadar önemli olduğunun farkına varacaktır. Özbenliğin gelişmesi için sosyal aktivitelerde bulunmak ve konfor alanının dışına çıkmak çok etkilidir. Yeni hobiler edinmek, sanatla ilgilenmek, eğitimlere katılmak, blog yazmak, çizim yapmak gibi etkinlikler kişinin odağını kilosu üzerinden alıp başka noktalara çeker. Bu da iyileşme sürecini kolaylaştırır. Kısaca özetlemek gerekirse yeme bozukluğu iyileşme sürecinde: Terapi almak Yeni hobiler edinmek Doğru iletişim Anlayışlı bir çevre en önemli etkenlerdendir.
- Imposter Sendromu Nedir?
Zaman zaman elde ettiğiniz başarıları hak etmiyor gibi hissedebilirsiniz. Başarılı olmaya çalışırken geçirdiğiniz süreçte şansın yardımı ile büyük işler başardığınızı düşünebilirsiniz. Aslında, kendinizi başarıya layık olarak görmediğiniz bu durumun psikolojide bir adı var. Psikolog Pauline Rose Clance ve Suzanne Imes 1978'de yaptıkları araştırmalar sonucu bu duruma bir ad koyarak Imposter sendromu olduğuna karar vermişlerdir. Yapılan ilk araştırmalar bu sendromun kadınlarda ortaya çıktığını söylemesine rağmen zaman içinde yapılan araştırmalar erkeklerin de Imposter sendromuna yakalandığını ortaya çıkarıyor. Imposter sendromu; bireyin elde ettiği çok başarısı olmasına rağmen kendisini beceriksiz, yetersiz hissetmesine sebep olan bir duygu durum bozukluğudur. Bu bozukluğa sahip birey, kendisinin bir sahtekar olduğunu düşünmektedir ve elde ettiği tüm başarıların değerini küçültür. Bu duygu durum bozukluğu, kişinin yaşamını olumsuz etkilemekle beraber bireyin benlik algısına büyük zarar vermektedir. Imposter sendromu, özellikle bireyciliğe ve fazla çalışmaya değer veren ön yargılı, toksik kültürlerde yaygındır. Imposter Sendromu Belirtileri Nelerdir? Bu sendroma sahip kişilerde dikkat edilmesi gereken ortak nokta, daha önce başarısız olmuş kişilerde değil de geçmişte çok başarısı olmuş kişilerde görülmesidir. Imposter sendromuna mükemmelliyetçi, titiz ve kaygılı bireylerde daha sık rastlanır. Çevrenizde; başarılı olmasına rağmen başarılarına gelen övgüleri teşekkürler yerine değersizleştirerek geri çevirenler, yetersiz hissedenler, topluluk önünde konuşmaktan çekinen kişiler varsa Imposter sendromu ile karşı karşıya olabilirsiniz. Imposter sendromuna sahip bireylerin en büyük korkuları sahtekar olduklarını düşündükleri için bu durumun ortaya çıkmasıdır. Imposter Sendromu Nasıl Tedavi Edilir? Tedavi için uzman kişilerden destek alınması çok önemlidir. Çeşitli terapi yöntemleri ile hastanın kendini yetersiz ve beceriksiz hissetme sebepleri derinden incelenerek benlik algısı güçlendirilebilir. Yetersiz hissettiği yerlerin yerine; başarıları, yetenekli olduğu alanlar doldurularak sendromdan kurtarılabilir. Çevrenizde, başarılarınızı küçümseyen ve sizi yetersiz hissettiren insanlar da bu sendroma sebep olabilir ve bu tarz toksik çevrelerden uzak durmak sendromun oluşmasını engelleyebilir. İlerleyen durumlarda profesyonel destek almayı ihmal etmeyin.
- Bir Kedinin Bin Etkisi
Hayvanlar aleminin en sevimli canlılarından biri olan kedilerin insan psikolojisi üzerine bir çok etkisi vardır. Uzmanların araştırmalarına göre kediyle yaşayan insanlar diğer insanlara göre daha mutlu ve huzurlu bir yaşam sürüyorlar. STRES AZALTICI HAP Kediler, halk arasında aşk ve bağlılık hormonu olarak da adlandırılar oksitostin hormonu salgılanmasına sebep olur. Bu hormonun; stresi, panik atağı, anksiyeteyi ve birçok bunun gibi psikolojik sorunları yüksek oranda azalttığı söyleniyor. Doktorlar; iş hayatında, okulda, gündelik hayatta bu tip sorunları çeken bireylere kedi sahiplenmelerini öneriyor. YALNIZLIK DUYGUSUNA ETKİLERİ Kalabalık bir sosyal yaşantının içinde olsak bile bazen kendimizi çok yalnız hissedebiliyoruz. Kediler burada da devreye giriyorlar. Psikolojik bir sorun olarak nitelendirilen yalnızlık, beyin nöronlarının diğer insanlara göre daha düzensiz olmasına sebep oluyor. Kedileri sevmek, okşamak; beyin nöronlarının %15 kadarlık bir bölümünü düzeltiyor. Araştırmalar, nöronların düzelmesi sonucu insanların yalnızlık hissiyatının düştüğü görülüyor. KALİTELİ UYKUYA YARDIMCIDIRLAR Ne yazık ki çoğu insan hayat içindeki koşuşturması gereği uyku düzenine özen göstermeden yaşıyor ve bu da onların günlük hayatına etki ediyor. Kedilerin uyku üzerine etkisi hakkında yapılan bir sürü çalışma bulunuyor. Bunlardan birini de Amerika1'daki birkaç üniversite, uykusuzluk problemi çeken insanları iki gruba ayırarak bir grubu, birlikte uyumaları için kedileri olduğu bir odaya diğer grubu da kedilerin olmadığı bir odaya almışlar. Kediler ile beraber olan grup kısa sürede uykuya dalarken diğer grup uykusuzluk problemini çekmeye devam etmiş. Ayrıca kedi sahiplenen insanların uyku düzeninin oluştuğuna dair kanıtlanmış araştırmalarda bulunuyor. EMPATİ DUYGUSUNU GELİŞTİRİRLER Evde bir kedi beslemek, onun ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek ve aranızda duygusal bir bağ oluşturmak doğal olarak bütün kedilere ve hayvanlara karşı duyarlı olmamızı sağlar. Bu da hayvanlarla empati kurabilme yeteneğimizi geliştirir. SORUMLULUK ALDIRIRLAR Kedi sahibi olan bireylerin akademik başarılarının daha yüksek olduğu kanıtlanmıştır. Araştırmacılar bunun sebebini kedi bakımını yaparken öğrenilen sorumluluk bilincini insanların sosyal ve akademik hayatlarında da uygulamasına bağlamışlardır. Kedilerin sağlığımıza, fiziksel özelliklerimize, psikolojimize ve yaşamımıza bu ve bunlar gibi bir çok etkisini göz önünde bulundurursak kedilerin sanılanın aksine nankör olmadığını kanıtlayabiliriz.
- COVID-19 Effects on Latin America
Latin America has some of the highest COVID-19 death rates in the world. But why is that? Most of the COVID-19 discussions about Latin America for foreigners often focus on the Brazilian viral mutation and the catastrophic mistakes of President Jair Bolsonaro. But the region in its entirety is facing a dire humanitarian crisis, arising from political instability, corruption, social unrest, fragile health systems, and perhaps most importantly, the long-standing and pervasive disparity in income, health, and education that has been woven into the region's social and economic fabric. · Why has Latin America been so taken aback by the pandemic? COVID-19 has caused unpredictable devastation in Latin America in 2020. Last April, daunting scenes of corpses being dumped on the pavements of Ecuador's largest city, Guayaquil, and mass graves being dug in the Amazonian rainforest in Brazil provided a dramatic story of how the pandemic has been unleashed amid horrific inequality and political instability. Socioeconomic inequality is one of Latin America's most persistent problems; the pandemic has only exposed and exacerbated it. Other structural factors leading to the rapidly evolving humanitarian crisis include rampant corruption, political instability, and weak healthcare systems. Brazil, for example, spends $848 per capita on healthcare, far below the world average of $1,111. Other countries, predominantly those situated in Central America, spend even less. The informal labor market is vast, accounting for 54% of all jobs in the region (up to 70% in some countries, such as Peru). Informal workers have little to no access to social protection and have no choice but to continue working every day to earn a living. This results in their limited capacity to comply with measures such as lockdowns, quarantine, and social distancing. Informal workers also have much less access to healthcare. Displacement has drastically increased in Central America and the Venezuelan migrant crisis has affected the region. Rising inequalities have led to internal political turmoil and social unrest in Colombia, Bolivia, and Chile. Gender inequality is also an important factor in Latin America's management of the pandemic. 73% of the workers in the regional health sector are women and gender-based violence is on the rise. · What about political leadership and policy choices? For instance, Brazilian president Jair Bolsonaro did little to curb the epidemic. Many believe it makes the situation worse. He downplayed the threat of the virus and promoted ineffective and dangerous treatments. Last year, he fired the health minister after a disagreement over physical distancing measures and resigned less than a month later the next. Although the country has launched successful mass vaccination campaigns in the past, Brazil has ignored or even rejected offers to procure millions of doses of the vaccine on at least 11 separate occasions. On 28 October 2020, at the 38th UN session of the Economic Commission for Latin America and the Caribbean, the foreign ministers of 33 countries in the region signed a political declaration on a sustainable, inclusive and resilient recovery from COVID-19. The declaration acknowledges that inequalities are widespread even in countries with high levels of economic growth. More investment in social protection is needed to reduce disparities and ensure economic growth is equitable, inclusive, and sustainable. But while this declaration is promising, it is difficult to translate political will into meaningful action. The Coronavirus pandemic started out as a health crisis, but it has turned into a devastating humanitarian crisis.
- Dil, Düşünce ve Sanat Dünyalarında Usta-Çırak İlişkisi
“Sanat, en inkılâpçı şeklinde bile her şeyden evvel ananedir. Sanat bir ustalık ve çıraklık zinciridir. Çırak ustasını yenebilir, günün birinde inkâr edebilir fakat bütün maharetleri oradan almıştır.” -Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuşmalar Deniz kenarında kumlara çizilmiş yüzler gibi silinecek iken yaşama dair, yaşamın olumlanmasına dair bir direniş ve tutumdur, sanat. Foucault’un kum tanecikleri üzerinde yarattığı çarpıcı metafor ile başlamak istedim sözlerime. Her ne kadar birkaç saniye önce sanatı yalın bir kavram olarak alıp tanımlamasına girişerek Neo-Wittgenstein’cı görüşe ters düşsem de inanıyorum ki sanat, yalnızca akıl yürüterek “sanat eseri” olup olmamasının analizinden çok daha fazlasına sahiptir. İnsan var olduğundan beri, “sanat” yani “yaratmak” vardır. İlk yaratılanın ardındakileri güdülemesi, öncülemesi ile insanlık tarihinin başından itibaren doğal olarak usta-çırak ilişkisi; gerek fikriyatımızda, düşüncelerimizin evriminde gerekse formları biçimlendirebilmek zanaatından kendimizi gerçekleştirebildiğimiz dünyaya: sanata değin uzanır. İnsanlık, “usta-çırak” ilişkisinde yaratmaya mahkumdur. Bu yazıda insanlık tarihindeki “usta-çırak” ilişkisi ve insanlığa etkisi; tarihi, felsefi, edebi ve arkeolojik kanıtlarla desteklenecektir. Sanattaki “öncüleme” durumu felsefi düşünümlerle açıklanmaya çalışılacaktır. M.Ö. 7000-8000’e bir yolculuk peşindeyim. Arjantin Eller Mağarası’nda insanlık, 2020’de yazılacak bir denemede bahsinin geçeceği “kendilerinden bir iz” bıraktılar. Farklı cinsiyet ve yaşlardaki pek çok kimsenin “eli”, bir borudan doğal boyalar üflenmesi, püskürtülmesi suretiyle sanata dönüştü. Biz buradayız veya buradaydık, demek için miydi bu sanat? Varoluşlarının kanıtını “kendi elleri” ile gözler önüne sermeye çalışırlarken aynı girişim Endonezya’da Sulawei Adası’nda bir mağarada da gözlemlendi. Yaratılan, yaratılmış olan insan; kendisini kanıtlarken farkında olmadan mı sanatı yaratıvermişti? Collingwood’a göre sanat, duyguların bir dışavurumu olarak doğar ve bu duygu yalnızca sanat eserine dönüşümünü tamamladığı vakit “öteki” tarafından anlaşılmaya başlanabilir. Bizler, bu tarihi sanat örneklerini incelerken tam olarak belirttiği yoldan geçiyoruz. Birinin kendi içindeki sanat dünyasına, yaratım evresindeki hislerine, düşüncelerine ancak onun bizim bilmemize izin verdiği kadarıyla arkasında bıraktığı sanat eserleri ile ulaşabiliyoruz. Öznenin kendisini aktararak bir nevi kendisini nesneleştirdiği yapıtlar veya nesnenin yeniden nesneleştirilmesi yani mimesise evrilen süreçte ortaya konulan her bir örnek; yıllar sonrasına taşınıyor. Aristotales’in belirttiği üzere doğru bir akıl yürütme ile ortaya konulan ve bir şeylerin yaratılmasını sağlayan sanat; öyleyse tarih boyunca düşüncelerin, insanlığın evriminin ve bağlamlar hakkındaki tasavvurların anlaşılabilmesi yolunda büyük bir önem taşır. “İnsan” tıpkı sanatı yaratıverdiği ve bir anda onun dünyasına dahil olduğu gibi sanat eserlerini incelerken de kendisini aniden bir “usta-çırak” ilişkisinin içerisinde bulacaktır. Paleolitik Çağ’dan örnekleri barındıran Antalya Karain ve İstanbul Yarımburgaz Mağaraları’nda gördüğümüz bitki yağları ile yapılan resimlerin kötü ruhlardan arınmak ve bereketi simgelemek için yapıldığı genel kanısı mevcuttur. İnsanlık ancak bu izlerle birlikte mitolojik, kültürel, evrimsel mirasını kucaklayabilir ve anlamlandırmaya çalışabilir ki bunları sanatın ne olduğunun sorgulanması, estetik hazların irdelenmesi, sanattaki amaçların ve varsa prensiplerin ortaya konması noktalarında felsefe, hepsini bağrına basacaktır. Aslında her bir alanda yapılan sonuç ve analizler felsefenin dünyasında bir hareketlenme yaratmaya da mecburdur. Bundan dolayıdır ki sanatın eleştirisiyle yoğurulan felsefe; kendi içindeki hareketlenmeler ile sanatı yeniden etkileyecek ve sanat-felsefe dünyalarında karşılıklı ilerleme insan var oldukça mutlak surette sağlanacaktır. “Usta-çırak” ilişkisinin bu denli fikirleri etkileyişi ve insanlığa miras bırakışı sayesinde durmadan değişen çevrede, oluşumlarda; bizler, Nietzsche’nin “bengi dönüşü” çerçevesinde, “şeylerin” iç içeliğinde tümüne ilişkin yargılarda bulunurken yaşamı olumlama noktasında bir yanıt olarak “sanata” sığınıyoruz. Tarihteki ustalarımızdan, atalarımızdan öğrendiğimiz ne varsa düşünerek, sorgulayarak, anlatarak, yazarak ve yaratarak yani bu maharetleri önce tarihteki örneklerinden alıp sonra “şimdi”ye uygulayarak kendimizdeki “sanat dünyasına” erişebiliyoruz. Sanatın başlangıcı olan yaratmak, bize özgürleşmenin ve üstinsana ulaşmanın yolunu açıyor. Freud’un değindiği “ben”i ele alan sanat ve “biz”i gösteren bilim sayesinde insanlık kendisine ulaşan en kısa yolu bulabilir. Felsefe ise bu yolun daimi rehberi olacaktır. Çünkü “usta-çırak” ilişkisi dahilinde sanatın anlamlandırılmasında tüm fikri gelişim ve ilk hareket daima dilin dünyasına, kavramlara mecburdur. Bu anlam dünyasında ise Gorgias’a katılarak diyorum ki “varlığı anlamlandırsak dahi bunu başkasına aktarmanın mümkünatı yoktur.”. Ancak bu demek değil ki tamamen bu meselelerle uğraşmak yersiz ve vakit kaybıdır. Aksine felsefe; ustayı anlamak, çırağın kendi yolculuğunda yoluna devam etmesini sağlamak ve belki de “başka”sının dünyasında bambaşka etkiler yaratmak için en uygun sahayı yaratır. Bu sebepten dolayı ki felsefe, bu analizde müthiş önemlidir. Rorty’e göre ham veriye ulaşmak mümkünatı yoktur. Yani bir köpeği ele alacak olursak onu dil ve düşünce harici deneyimlerimiz olmadan anlamak imkansızdır. Bu noktada şu da açıktır ki: sanat için “dil dünyası” çok önemlidir. Sanattaki “yaratım” evresi için gereken ilk hareket, benim dil dünyama sürtünen ve düşüncelerimi etkileyen şeyle çok ilişkilidir. Ayrıca bu düşünce ve dil sistemi, yine dilin dünyasındaki olgulardan sıklıkla yararlanacaktır. Bu noktada gözlem ve muhakeme yeteneği ile tıpkı Wittgenstein’ın dilin bir yaşam biçimi olduğu vurgusunun ardından, sanatın da bir “yaşam biçimi” haline geldiği savunulabilir. Çünkü sanat da bireysel deneyim ve alışkanlıklara pekala dayanır. Bu yaşam biçimi sanatçıların bulundukları bağlama göre koşullanır. “Usta-çırak”ilişkisi de bulunduğu zaman ve bağlam noktalarına göre farklı mahiyetlerde incelenebilecektir. Türk Âşık edebiyatındaki “usta-çırak” ilişkisine değinecek olursak belirtilen felsefi düzleme uygun olarak aktarımda “eğitimin” ve “gözlemlerin” ön plana çıktığı görülür. Ustayla beraber icranın kurgulandığı ortamlarda, çırağın dil ve düşünce dünyası, kavramları ele alışı sürekli gelişir. Pratiğe dökülecek bilginin içeriği kavranır. Kendisine yolculuğunda rehberlik eden ustaya “saygı” da tüm bu sağladıklarının bir getirisidir. Benzer olarak Türk tekke-tasavvuf edebiyatında ise mürşit-mürit ilişkisi görülür. Yunus, Taptuk Emre’nin dergahında yıllar boyu odun taşıma hizmeti ile onun sanatına erişebilmek için sabretmiş ve çalışmıştır. Geleneklere bağlı bir ortamda gelişen sanatta elbet çırak, ustayı geçebilir. Çünkü sanat, “sosyal bir sanat olan dilin” farklı bireylerde farklı zuhur etmesi ile alakalı olarak çokça bireysel görüş ve deneyime dayanır. Ancak örneklerde de görüldüğü üzere “maharetin” ustadan alınmaya başlandığı esastır. Nietzche’nin sanat tanrıları anlatısındaki gibi Dionisos müzikte ilerleyip kendisini aşarken Apollon heykellere verdiği şekillerle biçimin en yüksek, en iyi mertebesine ulaşır. Bana kalırsa uyumun sezgiyle ve biçimin görmekle ilişkilendirildiği bu yin ve yang; “usta-çırak” ilişkisindeki eğitimin, aktarımın temellerini oluşturur. Sanattaki anlam arayışı ve felsefenin buradaki etkisi; bu yin ve yangın birbiri içerisinde karışması, tamamlanması durumu gerçekleştiğinde çırağın dünyasını kati surette değiştirmeye başlayacaktır. Homeros’un Odyssey Destanı’na bakıldığında da ustanın önemi fark edilir. Odysseus’un evini ve varisi olan Telemachus’u emanet ettiği usta(mentör), Telemachus’un eğitiminden ve Ithaca’nın yeni kralı haline evrilmesinden sorumludur. Ayrıca Ortaçağ’ın loncaları da benzer “usta-çırak” ilişkisi ile hayata geçmiştir. Yani fikir, dil, ve sanat dünyalarında “usta-çırak” ilişkisi tarihin derinliklerine dayanarak insanlıkla beraber evrilip gelişmiştir. Sonuç olarak sanattaki “usta-çırak” ilişkisinin aslında tüm insanlık faaliyetlerinde esas alındığı ve önemli bir kültürel miras olduğu savunulmuştur. Felsefi düşünce ve savlarla sanat, dil, düşünce dünyalarındaki etkiler temellendirilmiş ve öngörülmüştür. Sanattaki “yaratma”nın vurgusu yapılarak tarihten örneklerle fikir dünyasındaki “usta-çırak” ilişkisinin somut düzleme dökülmesi hedeflenmiştir. Sanat yeniliklere açık da olsa geleneklere bağlı bir bağlamda yetişecek ve muhakkak geçmişten etkilenerek bireysel yolculuklardaki “yaşam biçimi” halini alacaktır. Sanat; deniz kenarında kumlara çizilmiş yüzler gibi silinecek insanlığın her şeye rağmen kendisini gerçekleştirmek için vazgeçmeyeceği tutum olarak kalmış ve kalmaya da devam edecektir. Seray Çakır
- Özel Gereksinimli Birey Farkındalığı
Özel Gereksinimli Birey Kimlere Denir? Özel gereksinimli birey; hastalık, kaza, sendrom gibi çeşitli sebepler dolayısıyla bireysel özellikleri, gelişimsel özellikleri ve eğitim nitelikleri açısından akranlarına kıyasla yüksek düzeyde farklılıklar gösteren bireylerdir. Özel Gereksinimler Kaç Kategoriye Ayrılır? Özel gereksinimli çocuklar, yetersizlik alanlarına göre sınıflandırılmaktadır ve beş kategoriye ayrılır: Otizm sendromlu birey Zihinsel engelli birey Bedensel engelli birey Görme engelli birey İşitme engelli birey Otizm Sendromlu Birey Sosyal etkileşim, sözel ve sözel olmayan iletişim ve sosyal etkinliklerdeki sınırlılıkları nedeniyle özel eğitim ve destek eğitim hizmetine ihtiyacı olan bireylerdir. Zihinsel Engelli Birey Zihinsel işlevler ile kavramsal, sosyal, pratik uyum ve öz bakım becerilerindeki eksiklikleri nedeniyle yaşam boyu süren, özel eğitim ve destek eğitim hizmetine ihtiyacı olan bireylerdir. Bedensel Engelli Birey Kas, iskelet ve sinir sistemindeki bozukluklar nedeniyle özel eğitim ve destek eğitim hizmetine ihtiyacı olan bireylerdir. Görme Engelli Birey Görme gücünün kısmen ya da tamamen kaybından dolayı özel eğitim ve destek eğitim hizmetine ihtiyacı olan bireylerdir. İşitme Engelli Birey İşitme duyarlılığının kısmen veya tamamen kaybından dolayı özel eğitim ve destek eğitim hizmetine ihtiyacı olan bireylerdir. Ülkemizdeki tüm özel gereksinimli bireyler eğitim hakkına sahiptir. Eğitim hakkının kaynağını uluslararası sözleşme ilke ve standartlarının yanı sıra iç hukuktaki anayasa ve diğer mevzuat hükümlerinden almaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Resmî Gazete'de yürürlüğe giren Özel Eğitim Hizmetleri Yönetmeliği'nde de eğitim hakkı belirtilmiştir. Sizleri empati yapmaya davet ediyorum. Onlarla karşılaştığınızda farklılıklarını vurgulamak yerine empati kurun ve yardım edin. Emin olun bu şekilde dünya daha da güzelleşecektir. Sağlıklı ve mutlu günler dilerim.