“Sanat, en inkılâpçı şeklinde bile her şeyden evvel ananedir. Sanat bir ustalık ve çıraklık zinciridir. Çırak ustasını yenebilir, günün birinde inkâr edebilir fakat bütün maharetleri oradan almıştır.”
-Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuşmalar
Deniz kenarında kumlara çizilmiş yüzler gibi silinecek iken yaşama dair, yaşamın olumlanmasına dair bir direniş ve tutumdur, sanat. Foucault’un kum tanecikleri üzerinde yarattığı çarpıcı metafor ile başlamak istedim sözlerime. Her ne kadar birkaç saniye önce sanatı yalın bir kavram olarak alıp tanımlamasına girişerek Neo-Wittgenstein’cı görüşe ters düşsem de inanıyorum ki sanat, yalnızca akıl yürüterek “sanat eseri” olup olmamasının analizinden çok daha fazlasına sahiptir. İnsan var olduğundan beri, “sanat” yani “yaratmak” vardır. İlk yaratılanın ardındakileri güdülemesi, öncülemesi ile insanlık tarihinin başından itibaren doğal olarak usta-çırak ilişkisi; gerek fikriyatımızda, düşüncelerimizin evriminde gerekse formları biçimlendirebilmek zanaatından kendimizi gerçekleştirebildiğimiz dünyaya: sanata değin uzanır. İnsanlık, “usta-çırak” ilişkisinde yaratmaya mahkumdur. Bu yazıda insanlık tarihindeki “usta-çırak” ilişkisi ve insanlığa etkisi; tarihi, felsefi, edebi ve arkeolojik kanıtlarla desteklenecektir. Sanattaki “öncüleme” durumu felsefi düşünümlerle açıklanmaya çalışılacaktır.
M.Ö. 7000-8000’e bir yolculuk peşindeyim. Arjantin Eller Mağarası’nda insanlık, 2020’de yazılacak bir denemede bahsinin geçeceği “kendilerinden bir iz” bıraktılar. Farklı cinsiyet ve yaşlardaki pek çok kimsenin “eli”, bir borudan doğal boyalar üflenmesi, püskürtülmesi suretiyle sanata dönüştü. Biz buradayız veya buradaydık, demek için miydi bu sanat? Varoluşlarının kanıtını “kendi elleri” ile gözler önüne sermeye çalışırlarken aynı girişim Endonezya’da Sulawei Adası’nda bir mağarada da gözlemlendi. Yaratılan, yaratılmış olan insan; kendisini kanıtlarken farkında olmadan mı sanatı yaratıvermişti? Collingwood’a göre sanat, duyguların bir dışavurumu olarak doğar ve bu duygu yalnızca sanat eserine dönüşümünü tamamladığı vakit “öteki” tarafından anlaşılmaya başlanabilir. Bizler, bu tarihi sanat örneklerini incelerken tam olarak belirttiği yoldan geçiyoruz. Birinin kendi içindeki sanat dünyasına, yaratım evresindeki hislerine, düşüncelerine ancak onun bizim bilmemize izin verdiği kadarıyla arkasında bıraktığı sanat eserleri ile ulaşabiliyoruz. Öznenin kendisini aktararak bir nevi kendisini nesneleştirdiği yapıtlar veya nesnenin yeniden nesneleştirilmesi yani mimesise evrilen süreçte ortaya konulan her bir örnek; yıllar sonrasına taşınıyor. Aristotales’in belirttiği üzere doğru bir akıl yürütme ile ortaya konulan ve bir şeylerin yaratılmasını sağlayan sanat; öyleyse tarih boyunca düşüncelerin, insanlığın evriminin ve bağlamlar hakkındaki tasavvurların anlaşılabilmesi yolunda büyük bir önem taşır. “İnsan” tıpkı sanatı yaratıverdiği ve bir anda onun dünyasına dahil olduğu gibi sanat eserlerini incelerken de kendisini aniden bir “usta-çırak” ilişkisinin içerisinde bulacaktır.
Paleolitik Çağ’dan örnekleri barındıran Antalya Karain ve İstanbul Yarımburgaz Mağaraları’nda gördüğümüz bitki yağları ile yapılan resimlerin kötü ruhlardan arınmak ve bereketi simgelemek için yapıldığı genel kanısı mevcuttur. İnsanlık ancak bu izlerle birlikte mitolojik, kültürel, evrimsel mirasını kucaklayabilir ve anlamlandırmaya çalışabilir ki bunları sanatın ne olduğunun sorgulanması, estetik hazların irdelenmesi, sanattaki amaçların ve varsa prensiplerin ortaya konması noktalarında felsefe, hepsini bağrına basacaktır. Aslında her bir alanda yapılan sonuç ve analizler felsefenin dünyasında bir hareketlenme yaratmaya da mecburdur. Bundan dolayıdır ki sanatın eleştirisiyle yoğurulan felsefe; kendi içindeki hareketlenmeler ile sanatı yeniden etkileyecek ve sanat-felsefe dünyalarında karşılıklı ilerleme insan var oldukça mutlak surette sağlanacaktır.
“Usta-çırak” ilişkisinin bu denli fikirleri etkileyişi ve insanlığa miras bırakışı sayesinde durmadan değişen çevrede, oluşumlarda; bizler, Nietzsche’nin “bengi dönüşü” çerçevesinde, “şeylerin” iç içeliğinde tümüne ilişkin yargılarda bulunurken yaşamı olumlama noktasında bir yanıt olarak “sanata” sığınıyoruz. Tarihteki ustalarımızdan, atalarımızdan öğrendiğimiz ne varsa düşünerek, sorgulayarak, anlatarak, yazarak ve yaratarak yani bu maharetleri önce tarihteki örneklerinden alıp sonra “şimdi”ye uygulayarak kendimizdeki “sanat dünyasına” erişebiliyoruz. Sanatın başlangıcı olan yaratmak, bize özgürleşmenin ve üstinsana ulaşmanın yolunu açıyor. Freud’un değindiği “ben”i ele alan sanat ve “biz”i gösteren bilim sayesinde insanlık kendisine ulaşan en kısa yolu bulabilir. Felsefe ise bu yolun daimi rehberi olacaktır. Çünkü “usta-çırak” ilişkisi dahilinde sanatın anlamlandırılmasında tüm fikri gelişim ve ilk hareket daima dilin dünyasına, kavramlara mecburdur. Bu anlam dünyasında ise Gorgias’a katılarak diyorum ki “varlığı anlamlandırsak dahi bunu başkasına aktarmanın mümkünatı yoktur.”. Ancak bu demek değil ki tamamen bu meselelerle uğraşmak yersiz ve vakit kaybıdır. Aksine felsefe; ustayı anlamak, çırağın kendi yolculuğunda yoluna devam etmesini sağlamak ve belki de “başka”sının dünyasında bambaşka etkiler yaratmak için en uygun sahayı yaratır. Bu sebepten dolayı ki felsefe, bu analizde müthiş önemlidir.
Rorty’e göre ham veriye ulaşmak mümkünatı yoktur. Yani bir köpeği ele alacak olursak onu dil ve düşünce harici deneyimlerimiz olmadan anlamak imkansızdır. Bu noktada şu da açıktır ki: sanat için “dil dünyası” çok önemlidir. Sanattaki “yaratım” evresi için gereken ilk hareket, benim dil dünyama sürtünen ve düşüncelerimi etkileyen şeyle çok ilişkilidir. Ayrıca bu düşünce ve dil sistemi, yine dilin dünyasındaki olgulardan sıklıkla yararlanacaktır. Bu noktada gözlem ve muhakeme yeteneği ile tıpkı Wittgenstein’ın dilin bir yaşam biçimi olduğu vurgusunun ardından, sanatın da bir “yaşam biçimi” haline geldiği savunulabilir. Çünkü sanat da bireysel deneyim ve alışkanlıklara pekala dayanır. Bu yaşam biçimi sanatçıların bulundukları bağlama göre koşullanır. “Usta-çırak”ilişkisi de bulunduğu zaman ve bağlam noktalarına göre farklı mahiyetlerde incelenebilecektir.
Türk Âşık edebiyatındaki “usta-çırak” ilişkisine değinecek olursak belirtilen felsefi düzleme uygun olarak aktarımda “eğitimin” ve “gözlemlerin” ön plana çıktığı görülür. Ustayla beraber icranın kurgulandığı ortamlarda, çırağın dil ve düşünce dünyası, kavramları ele alışı sürekli gelişir. Pratiğe dökülecek bilginin içeriği kavranır. Kendisine yolculuğunda rehberlik eden ustaya “saygı” da tüm bu sağladıklarının bir getirisidir. Benzer olarak Türk tekke-tasavvuf edebiyatında ise mürşit-mürit ilişkisi görülür. Yunus, Taptuk Emre’nin dergahında yıllar boyu odun taşıma hizmeti ile onun sanatına erişebilmek için sabretmiş ve çalışmıştır. Geleneklere bağlı bir ortamda gelişen sanatta elbet çırak, ustayı geçebilir. Çünkü sanat, “sosyal bir sanat olan dilin” farklı bireylerde farklı zuhur etmesi ile alakalı olarak çokça bireysel görüş ve deneyime dayanır. Ancak örneklerde de görüldüğü üzere “maharetin” ustadan alınmaya başlandığı esastır. Nietzche’nin sanat tanrıları anlatısındaki gibi Dionisos müzikte ilerleyip kendisini aşarken Apollon heykellere verdiği şekillerle biçimin en yüksek, en iyi mertebesine ulaşır. Bana kalırsa uyumun sezgiyle ve biçimin görmekle ilişkilendirildiği bu yin ve yang; “usta-çırak” ilişkisindeki eğitimin, aktarımın temellerini oluşturur. Sanattaki anlam arayışı ve felsefenin buradaki etkisi; bu yin ve yangın birbiri içerisinde karışması, tamamlanması durumu gerçekleştiğinde çırağın dünyasını kati surette değiştirmeye başlayacaktır.
Homeros’un Odyssey Destanı’na bakıldığında da ustanın önemi fark edilir. Odysseus’un evini ve varisi olan Telemachus’u emanet ettiği usta(mentör), Telemachus’un eğitiminden ve Ithaca’nın yeni kralı haline evrilmesinden sorumludur. Ayrıca Ortaçağ’ın loncaları da benzer “usta-çırak” ilişkisi ile hayata geçmiştir. Yani fikir, dil, ve sanat dünyalarında “usta-çırak” ilişkisi tarihin derinliklerine dayanarak insanlıkla beraber evrilip gelişmiştir.
Sonuç olarak sanattaki “usta-çırak” ilişkisinin aslında tüm insanlık faaliyetlerinde esas alındığı ve önemli bir kültürel miras olduğu savunulmuştur. Felsefi düşünce ve savlarla sanat, dil, düşünce dünyalarındaki etkiler temellendirilmiş ve öngörülmüştür. Sanattaki “yaratma”nın vurgusu yapılarak tarihten örneklerle fikir dünyasındaki “usta-çırak” ilişkisinin somut düzleme dökülmesi hedeflenmiştir. Sanat yeniliklere açık da olsa geleneklere bağlı bir bağlamda yetişecek ve muhakkak geçmişten etkilenerek bireysel yolculuklardaki “yaşam biçimi” halini alacaktır. Sanat; deniz kenarında kumlara çizilmiş yüzler gibi silinecek insanlığın her şeye rağmen kendisini gerçekleştirmek için vazgeçmeyeceği tutum olarak kalmış ve kalmaya da devam edecektir.
Seray Çakır
Comments